1. BOLUM ATLANTİS EFSANESİ

30°15'12.00"N 41°10'0.00"W

 

Efsaneye göregünümüzden, yaklaşık 11.00 yıl önce,‘Bugün Herkül sütunları diye adlandırılan yerin batısında (Cebelitarık Boğazı) bir zamanlar büyük Atlantis denilen büyük bir kıta vardı. Bu kıta Asya ile Libya’nın toplamından dahi büyüktü. Genişliği üç bin mil, uzunluğu iki bin mil idi, Kuzey Afrika, Mısır'ın batısı ve ispanya'dan kuzey İtalya'ya kadar Avrupa, Atlantis'in egemenliğindeydi. Her bakımda oldukca gelişmiş bir uygarlığı barındırıyordu hata bir çoklarına ve efsanelere göre Atlantis denilen kayıp kıta, "Günümüz uygarlığının beşiği" sayılmaktaydı ve tam gücünün doruğunda olduğu bir sırada bazı nedenler sonucu batıp yok olmuştu. Günümüzde ve öncesinde bile .Kayıp uygarlık atlantis, yüzlıllardır insanların zihinlerini kurcalıyor. Atlantıs'in yeri ve konusu yoğun tartışmalara neden olmakta.

 

Atlantisliler, Deniz Tanrısı Poseidon(Neptun)'un soyundandı. Bu Tanrı, ölümlü bir kadınla birleşmişti. Bir kıta kadar büyük olan bu ada, adını mitoloji kahraman Atlas'tan almıştı. Atlas, Poseidon'un oğullarından biriydi.Mitolojideki ilahlardan biri olan Atlas. Sonsuza değin gökyüzünü sırtında taşımaya mahkûm edilmişti. Yunan mitolojisine göre, atlas'ın kızlarından biri batıda bid adasında yaşıyordu. Platon'un, adanın yarı tanrı ilk hükümdarına Atlas adını vermesi bundan kaynaklanabilir. Deniz Tanrısı Poseidon ölümlü bir kadın olan Cleito ile birleşmişti. Atlas, bu birleşmeden olan ikiz çocuklarından biriydi (Altta).

 

2.BÖLÜM EFSANENİN KAYNAĞI

Atlantis adlı bir kıtanın varlığından ilk söz eden Î.Ö. 4. yüzyılda yaşamış olan Yunanlı düşünür Platon oldu.Platon, Atlantis efsanesinin asıl kaynağının yurttaşı devlet adamı, bilge Solon olduğunu belirtir. Î.Ö. 600 yıllarında Solon, aşağı Mısır'ın başkenti Sais'i ziyaret etmişti. Burası, o zamanlar uygar dünyanın merkeziydi, binlerce geriye giden mısır arşivi de bu kentteydi. Mısır'ın yüksek rahibi olan Sonchis bu kayıtları solon'a göstermişti. Atlantis'in tarihi de oradaydı.Fakat atlantis'i Critias ve timaeus adlı eserlerinde yazılı olarak duyuran ilk kişi yine Platon'dur. O da, Atlantis'i güçlü, zengin fakat dejenere olmuş bir toplum olarak tanımladı. Atlantis'in yaşadığı dram korkutucu boyutlardaydı. Doğal bir afet sonucu ortadan yok olmuştu. İşte, o günden beri de özellikle batılıların, üzerinde düşünmek zorunda oldukları bir konu haline geldi. Atlantis'ten eski Atina'da övgüyle söz edilmesine rağmen, Platon'un çağdaşları bile, bu efsanenin gerçekliğinden kuşku duyuyorlardı. Hatta, bunların arasında Platon'un öğrencisi Aristo bile vardı. Tüm bunlara rağmen, Atlantis'in gerçekliği yüzyıllar boyunca kabul edildi.

CRİTİAS VE TİMAEUS

 

DIALOGLARDA AKTİF OLARAK YER ALAN KİŞİLER ŞUNLARDIR

TIMAEUS: Hakkında tarihsel bir kanıt yoktur.

CRITIAS : Platon'un büyük büyük babasıdır.

SOKRATES : Platon'un akil hocası ve öğretmeni. Atina'nın otoriteleri tarafından, Atina'nın gençliğinin ahlak yapısını zedelediği için idama mahkum edilmiştir. MÖ. 466-399 yılları arasında yaşamıştır.

HERMOCRATES : Devlet adamı Syracuse'un askeri

DIALOGLARDA BAHSİ GEÇENLER

SOLON ; Atinalı gezgin, sair ve yasamacı, aşağı yukarı MÖ. 638-559 yılları arasında yasamıştır. Plato'ya göre Mısır'lı rahiplerden, Atlantis'in hikayesini ilk öğrenen odur.

DROPIDES :Critias'in büyük büyük babası. Hikaye ona uzaktan akrabası ve yakın arkadaşı olan Solon tarafından anlatılmıştır.

CRITIAS :Dropides'in oglu ve dialoglarda yer alan Critias'in büyük babası. Hikayeyi Critias'a aktaran odur.

Critias:Dinle,Socrates, bu garip bir hikaye ama tamamemen doğru, Solon tarafından onaylandı ki o yedilerin en bilgesidir.Solon benim büyük büyükbabam Dropides'in çok yakın dostuydu ve ilişkileri derindi, bize onun şiirlerinden pasajlar okurdu. Anlatacağım öyküyü dedem Critias'a da o anlatmıştı, bana da dedem   anlattı. Bunlar çok eski şeyler demişti, Atina kentindeki büyük ve şaşılacak şeylerle ilgili. Zaman geçtikce her şey unutulmuş ve insanlık yok olmuş, geriye kalanlar yani hatırlayanlar onların ancak bir kısmı.   

Socrates: Peki Critias hakkındaki şiir neydi?' diye sordu karşısındaki. 'Atinalıların yapmış olduğu ve en ünlü olması gerekirken zamanla ve aktörlerin yok olmasıyla bize dek ulaşamayan en büyük iş hakkındaydı.' 'Bize,' dedi beriki, 'öykünün tümünü anlat, Solon bunu nasıl, kimden işitmiş?'

Critias: Bu bir eski  Dünya hikayesi, yaşlı adamlar tarafından anlatılan bir hikaye bu. Dedem Critias bunu anlattığında 90 yaşına varmıştı, ben de 10 yaşındaydım. Dedem Critias, Solon'un hikayeyi Mısır'dan söyledi. Mısır deltası'nda, Nil'in başının bölündüğü yerde, ki orada Sais adlı büyük bir kent vardır. kenti Kral Amasis yaptırmıştır,

kentliler koruyucu tanrılarına Mısır dilinde Neith diyorlardı, bu tanrıça Helenlerde Athena'dır. Solon bu şehire gitmiş ve büyük bir saygıyla karşılanmış; Solon Saisli rahiplerle geçmiş hakında uzun uzun konuştu ve bilinmeyenleri keşfetmeye çalıştıbu konularda son derece yetkin olan rahipleriyle söyleşirken de ne kendinin ne de başka bir Hellenlinin eski zamanlar konusunda hiçbir şey bilmediğini keşfetmiş. .Bir keresinde, onlar kadim zamanlar konusunda konuştururken, dünyanın bizim bölgelerimizdeki en eski olaylarından söz etmeye koyulmuşlar "ilk" denilen Phoroneus;Kiobe; ve Tufan'dan sonra Dcucalion ve Pyrrha'nın yaşamları; ve torunlarının soyağacı gibi; ve sözünü ettiği olayların ne zaman geçtiğini, tarihlerini vermeye kalkışmış Rahiplerden çok yaşlı olan birisi, Solon'a şöyle dedi. "O Solon, Solon siz Helenler hep çocuk kaldınız, aranızda yaşlı bir adam yok." Solon ne demek istediğini sorunca Rahip, Solon'un düşüncelerinin çok genç olduğunu ve antik düşüncelerin ve de geleneksel bilgilerin Helenler'in arasında önemsenmediğini ve çağlar boyunca biriken bilimden habersiz oldukların açıkladı Rahip şöyle devam etti; "İnsanoğlu, defalarca yükseldi ve çöktü çeşitli nedenler yüzünden, ateş ve suyun etkisiyle kıyametler oldu, aralarda da birçok daha küçük yıkımlar yaşandı. Sizlerin dahi koruduğu bir öykü var bir gün babasının koşu arabasını koşturup yine aynı yoldan süremeyince yeryüzündeki her şeyi yakan, kendisi de yıldırımlarla vurulup ölen Helios'un oğlu Phæton'un hikâyesi gerçekten bir masal gibi anlatılır, ama hakikat şudur ki, gökte dünyanın etrafında dönen gök cisimleri bazen yollarından şaşarlar, uzun aralıklarla meydana gelen bir tutuşma yeryüzündeki her şeyi mahveder. Bu insanın düşüşünü, göklerin  hareketinin ve çok büyük ateş ve su felaketlerini anlatır. Tufan'dan   sonra uzun bir ara geçti, kuru ve yüksek yerlerde kıyılarda ve nehir kenarlarında yeniden yaşam başladı. Nil'deki felaketten sonra geriye kimse kalmadı. Öte yandan, Tufan'ın nedeni Tanrının dünya'yı günahkarlardan temizlemek istemesiydi. geriye sadece inananlar kalmıştı.Sizinkine benzer şehirler suların altında kaldılar. Bu ülkede, eğilimimiz daima yukarıya yani göklere yöneliktir, bu yüzden de gelenekler daima bizde korunmuştur.

BİLDİĞİNİZ TARİH BİR ÇOCUK MASALI BİLE DEĞİLDİR

Uzun çağlar boyunca, sayısız dondurucu kışların veya yakıcı yazların sonrasında insanlık bazen çok yükseldi, bazen de düştü. Ne olursa olsun, bizim ülkemizde veya yöremizde daima bilgilendirildik, geçmişin bilgileri eskilerimize iletildi ve tapınaklarımızda korundu. Sizler ve diğer uluslar yeniden başladınız, harfleri baştan öğrendiniz, uygarlıklar kurdunuz sonra yine aralar oldu; göklerden sular boşaldı, salğın hastalıklar geldi ve hep yazıdan, eğitimden yoksun kaldınız, bir çocuk gibi yeniden yaşamaya başladınız ve antik zamanlarda ne olduğunu hiç bilemediniz. Ey Solon, bildiğiniz tarihsel geçmiş veya kronoloji bir çocuk masalı bile değildir. örneğin sen tek bir tufanı anımsayabiliyorsun, oysa birçok tufan olmuştu geçmişte; dahası, ülkenizde önceden yeryüzünde yaşamış insan kavimlerinin en soylusunun, en adilinin yaşadığından da habersizsin; siz onların tohumu ya da silik bir kalıntısısınız ancak. Siz bunu bilmiyorsunuz, çünkü unuttunuz nesiller geçerken felaketten kurtulanlar birer birer öldüler ve geriye yazılı bir şey bırakmadılar. Çünkü Solon, o en büyük tufandan önce bir zamanlar, şimdi Atina olarak bilinen kent savaşta yenilmezdi, yasalarının yetkinliğiyle tanınırdı ve son derece soylu işler gerçekleştirmişti ve geleneklerin aktardığı en iyi yasalara sahip bir kentti . bunu bize yazılı bilgiler gösteriyor.

9000 YIL ÖNCESİ

Solon buna çok şaşırmış ve rahibe bu eski yurttaşları konusunda tam ve sıralı bilgi vermesini rica etmiş. Rahip ricasını kabul etti; "Hem senin, hem kentin için; ve en çok da kentlerimizin ortak koruyucusu ve eğiticisi tanrıça için. Sizin kentinizi bizimkinden bin yıl önce kurdu, kavminizin tohumunu Yeryüzü ve Hephaistos'dan aldı, sonra da, kutsal kayıtlarımıza göre 8000 yaşında olan bizim kentimizi kurdu

.

9000 yıl önce senin ülkendekilerin yaptıklarını ve yasalarını iyi biliyoruz. Bu yasalar, bizimkileri etkilemiş ve yasalarımıza girmiştir. Burada bir rahipler sınıfı vardır ve ötekilerden ayrıdırlar, sonra ustalar veya mimarlar gelir, asla birbirimize karışmayız, bir de çobanlar ve avcılar vardır. ; Mısır'da savaşçıların da diğer sınıflardan ayrı olduğunu gözlemleyeceksin, bunlar yalnızca savaşa girmek için yasa hükmü altındalar; dahası, silah olarak kalkan ve mızraklarla donatılmışlar, bunuda Tanrıça ilkin sizlere, sonra da Asyalılara öğretti, ve Asyalılar arasında bizler, bunu ilk belleyen olduk. Bilgeliğe gelince, yasanın daha başından gösterdiği özeni, kehanetten tıbba dek (bu sonuncusu sağlığa ilişkindir), tüm düzeni nasıl arayıp kavradığını, ve tüm bu kutsal unsurlar arasında insan yaşamı için gerekli olanları çekip çıkardığını, bunlarla ilintili her türlü bilgiyi eklediğini görebilirsin. Tanrıça kentinizi kurarken tüm bu düzen ve düzenlemeleri önce sizlere verdi; ve sizlerin doğduğu yeri seçti, çünkü o topraklarda insanların en bilgelerini ortaya çıkartabilecek mutlu iklimi gördü. Dolayısıyla da hem savaşı hem de doğayı seven Tanrıça, Athena kendisine benzer insanları yaratmaya en yatkın olan bu toprak parçasını seçip önce oraya yerleştirdi. Ve sizler orada yaşayıp bunlar gibi, ve bunlardan daha iyi yasalarla tümerdemlerde bütün insanları geride bıraktınız ve tanrıların çocukları ve öğrencileri oldunuz.

Tarihimizde sizinle ilgili büyük ve harika olaylar kayıtlıdır. Ama bir tanesi hepsini aşar ve çok değerlidir. Tarihçiler bizlere tüm Avrupa ve Asya´yı etkisi altına alan büyüleyici bir güçten söz ediyorlar. Bu kudretli ulus senin kentini de yok etmişti, onlar Atlantik Okyanusu'ndan çıkagelmişti, o günlerde Atlantik´de denizcilik yapılabiliyordu; şimdi Herkül Sütunları (Cebelitarık Boğazı) dediğimiz boğazın ötesinde bir ada vardı, bu ada Libya ile Doğu Asya´nın tamamından büyüktü, çevresinde birçok ada daha vardı ve okyanus çevrelerini sarmıştı.

 

Herkül Sütunlarının bulunduğu boğaz bir limandı ve dar bir girişten geçiliyordu, boğaz geçilince sınırsız bir ada veya kıta karşınıza çıkıyordu. Adanın adı Atlantis Adası´ydı ve orada tüm adayı, ötekilerini ve kıtaları yöneten çok büyük, hayret verici bir imparatorluk vardı, Atlantisliler Mısır'a dek Libya'ya ve Tyrrhenia'ya dek de Avrupa'ya egemendiler. Böylelikle tek bir elde toplanan bu uçsuz bucaksız güç. tek bir darbeyle bizim ülkemizi, sizinkini ve bogazın içindeki tüm toprakları ele geçirmeyi hedefliyordu,

Bu büyük güç, zamanlar boyunca anlattığım büyük toprakları yönetti ve sonra Solon senin ülken parladı, güçlendi ve insanlar arasında belirlendi, Hellenli liderlerin askerlik yetenekleri ve cesaretleri eşşizdi, onlar Atlantisliler´in saldırılarıyla karşı karşıya kaldılar, defalarca galip geldiler, defalarca yenildiler ama köle olmaya karşı çıktılar. Savaşlar sürerken birden herşey değişti, sonra şiddetli depremler ve su baskınları oldu ve bir gün bir gecede tüm savaşçılarınız toprağa gömüldü ve Atlanlis adası da, benzer şekilde yok olup denize gömüldü. Denizin oralarda geçit vermez oluşu bu yüzdendir, çünkü yosunlar ve çamurlar yolu keser; buna neden olan da adanın kalıntılarıdır.Şunu açıkça söylemem gerekir ki Sokrates bütün bunlar benim anılarımda senin dün yaptığın konuşma kadar açık ve net, aynen hatırlıyor ve sana tekrarlıyorum. Bazı gizemli raslantıların daima olabileceğini kabul ettiğini biliyorum belki Solon´un sözlerinde de böyle kısımlar olabilir ama ben şu anda böyle konuşmuyorum. Bütün buna benzer olaylardaki ana zorluk, amaca uygun bir anlatı bulabilmektedir ve bir anlatı bizce iyi tanımlanmalıdır...

Ama sözünü etliğin tanrılar arasında, özellikle Mnemosyne'e* yakaracağım; çünkü anlatacaklarımın büyük bölümü onun lütfuna dayalı; eğer rahiplerin söylediklerini yeterince anımsayıp aktarabilirsem, kuşkusuz bu kürsünün gereklerini yerine getirmiş olacağım. Şu halde bir kez daha görevime dönüyorum. Heracles Sütunları'nın dışında yaşayanlarla içinde yaşayanlar arasında geçtiği söylenen savaşın üzerinden toplam dokuz bin yıl geçti: bu savaşı şimdi anlatacağım. Savaşçılar arasında bir tarafı Atina'nın yönettiği aktarılır; öbür tarafta ise, bir zamanlar, dediğim gibi, Libya ve Asya'nın toplamından daha geniş topraklara sahip olan Atlantis adasının kralları vardı; yine belirttiğim gibi, bu ada bir deprem sonucu battı ve buradan okyanusa açılan yolcuların önündeaşılmaz bir çamur seti oluşturdu.Tarih açımlandıkça o zamanlar varolan barbar ve Hellen kavimleri ortaya çıkış sıralarına göre bir bir sergilenecektir; ama işe o zamanki halleriyle Atinalıları betimlemekle başlayayım ve onlara karşı savaşan düşmanlardan sözedeyim; her ikisinin gücünü ve hükümet biçimlerini de anlatmalıyım. Önceliği Atina'ya verelim...


Not: Platon'un öyküsünün bu noktasında, Critias, Atlantis temasından ayrılarak tarih öncesi Atina'daki yaşamı betimlemeye koyulmakta
"Sözünü ettiğim dönemlerden günümüze değin geçen dokuz bin yıl içinde çok sayıda büyük tufan olageldi; ve tüm çağlarda ve şeylerin değişim sürecinde, dağlardan kayan toprak, başka yerlerde olduğu gibi yerine oturmadı; ve hep girdaplar halinde sürüklenip, derinliklerde yitip gitti. Bunun sonucunda da, geriye yalnızca yitip giden koca gövdenin küçük adacıklar halindeki kalıntıları kaldı; toprağı daha zengin ve yumuşak kısımları yok olduğundan, ülkenin iskeleti arta kaldı yalnızca...

Ve sonra, eğer çocukluğumda duyduklarımı unutmamışsam, sana karşıtlarının karakter ve kökeni hakkında bildiklerimi aktarmak istiyorum; çünkü dostlar öyküleri kendilerine saklamamak, onları paylaşmayı bilmelidir. Yine de, söze girişmeden seni, yabancılara Hellen adlan verildiğini duyarsan, şaşırmaman konusunda uyarmak istiyorum. Sana bunun nedenini söyleyeceğim: Bu masalı şiirinde kullanmak isteyen Solon,adların anlamları üzerine bir araştırmaya girişti ve eski Mısırlların,bunları yazarken kendi dillerine çevirdiğini görünce, bunları derleyip yeniden çevirip bizim dilimizde kaydetti. Büyük dedem Dropidas'ın elinde özgün yazı vardı, ki bu şimdi benim elimdedir, çocukken bunu dikkatle incelemiştim. Bu nedenle bu ülkede kullanılanlara benzeyen adlar duyarsan, şaşırmamalısın, çünkü bunun nedenini sana söyledim.

Sargasso Denizi nin haritası (gölgeli kesim, deniz bitkilerinin en yoğun olduğu bölgeyi göstermektedir.)

TÜM HİKAYEYİ SÖYLEMEYE HAZIRIM

Düne kadar hatırladıklarımdan emin değildim eğer unuttuklarım varsa bunun nedeni ilk duyduğum andan sonra çok uzun bir zamanın geçmiş olmasıydı. Çocuk yaşta dinlediğim öykü yaşlı bir adamın sözlerine bağlıydı, o bana öğretmeye hazırdı ve defalarca sözlerini tekrarlattırdım ta ki silinmez bir resim kafamda oluşuncaya kadar... Ve şimdi Sokrates sana tüm hikayeyi söylemeye hazırım, sadece ana başlıkları değil, kısım kısım bana söylenenleri anlatacağım. Kentleri ve kentlileri bana dün tanımladığı gibi anlatacağım ve biz bunları dünyamızın gerçeklerine dönüştüreceğiz. Orada antik Atina kenti ve Rahib´in söylediği inanılmaz atalarımız olacaklar, uyumlu olmaya çalışacak, tutarsız olmayacak ve antik Atinalılar´ın cumhuriyetini anlatacağım. Şimdi konuyu aramızda bölüşelim ve tüm gayretimizle yeteneklerimizi kullanarak, görevi yapalım. Sen varsay Sokrates, bu anlatı ya amaca uygundur ya da bizler yerine başka birşey koymalıyız.

Socrates: Nedir ötesi Critias? Bundan daha iyisini bulabilir miyiz? Hangisi doğal ve uygun? Tanrıların kutlanmalarına bakmamız anlatılan gerçeğin ve hayal olmadığının kanıtı değil mi? Eğer bunu kabul etmeyeceksek başkasını nasıl ve nerede bulacağız? Bunu yapamayız ve sen daha ötesini anlatmalısın, sana iyi şanslar diliyorum, ben şimdi bir dinleyici olacağım...

Atlantis ile ilgili anlatılanlar, Timaios adlı eserde burada son bulmaktadır.,ötesi yok veya bulunamadı ya da yok edildi. Tarihin derinliklerinde yaşanan barbarlıkların birisinde kaybolup gitmiş olabilir. Plato´nun bu iki eserinde adı geçen Atlantis´ten bunları okuduktan sonra emin olabilir miyiz? Hayır, bunları okuduktan sonra bu soru önemini yitiriyor. Artık daha önemli bir sorumuz var; Geçmişte neler oldu? Yoksa bizim bildiğimizi sandığımız tarih de bir çocuk masalı mı?

VE ÖYKÜ

Çok uzun olan öykü, şöyle başlıyor: daha önce, tanrıların paylarından söz ederken, tüm yeryüzünü farklı büyüklükte parçalara bölüp kendilerine tapınaklar ve kurbanlar yaptıklarından söz etmiştim. Payına Atlanlis adası düşen Poseidon, ölümlü bir kadından çocuk sahibi olup, onları adanın sana az ileride betimleyeceğim bir kısmına yerleştirdi. Denize uzanan kısmında ve tüm adanın merkezinde, tüm ovaların en güzeli ve en verimlisi olduğu söylenen bir ova bulunuyordu.Yine ovanın yakınlarında, elli stadia* kadar uzaklıkta, pek yüksek olmayan bir dağ bulunuyordu.Bu dağda adı Evenor olan, topraktan doğma ilkel bir adam yaşıyordu,Leucippe adlı bir karısı ve Cleito adında tek bir kızı vardı bu adamın. Anasıyla babası öldüğünde bu kız serpilip gelişme çağındaydı; Poseidon ona aşık olup ilişkiye girdi; ve toprağı parçalayarak içiçe geçmiş bir denizler ve karalar bölgesi oluşturdu;adanın merkezini, adeta bir çömlekçi çarkı gibi döndürüp iki kara ve üç deniz parçası oluşturdu,bunlar her yere eşit mesafedeydiler,

dolayısıyla, gemiler ve gemi yolculukları o zamanlar bilinmediğinden, adaya kimse ulaşamazdı. Kendisiyse, Tanrı olduğundan, merkezdeki adada özel düzenlemeler yapmada hiç güçlük çekmedi, yeraltından biri sıcak öbürü soğuk iki kaynak çıkartarak toprakta her türlü yiyeceğin bitmesini sağladı. Ayrıca beş çift erkek çocuk sahibi olup onları büyüttü ve Atlantis adasını on parçaya böldü:en büyük ikizin ilk doğanına annesinin topraklarını ve onu çevreleyen karayı verip -ki bu en büyüğü ve en iyisiydi- onu diğerleri üzerinde kral yaptı; diğerlerini de prens ilan edip çok sayıda insan ve geniş topraklar üzerinde hükümran kıldı. Ve her birini adlandırdı; kral olan en büyüğe Atlas adını verdi, adanın bütünü ve okyanus onun adıyla anılır oldular.

Kendisinden sonra doğan ikiz kardeşine, karanın Heracles Sütunlarından dünyanın o bölgesinde Gades olarak bilinen bölgeye dek uzanan bölümünü ve Hellen dilinde Humelus olarak bilinen, ama kendi ülkesinde Gadeirus olarak anılan adı verdi, ikinci ikizlerden birine Ampheres, öbürüne Evaemon dedi. Üçüncü ikiz çiftinin ilk doğanına Mneseus, ikinciye Autochton dedi. Dördüncü çiftin büyüğünü Elasippus, küçüğüyse Mestor diye adlandırdı.Beşinci çiftin de büyüğüne Azaes, küçüğüne Diaprepes dedi. Bunlar ve torunları açık denizdeki çeşitli adalarda yaşayıp buraları yönettiler; ve daha önce de söylendiği gibi, Sütunlar içindeki ülkede Mısır ve Tyrrhenia'ya dek uzanmışlardı. şimdi, Atlas'ın kalabalık ve onurlu bir ailesi vardı ve en yaşlı dalı, en büyük oğulun yine en büyüğe devretti krallığı kuşaklar boyu elinde tutuyordu; ve şimdiye dek hiçbir kral ya da hükümdarın sahip olamadığı ve olamayacağı kadar büyük bir serveti tutuyorlardı ellerinde ve hem kentte hem de kırda, elde edebilecekleri her şeyle donatılmışlardı. Çünkü imparatorluklarının büyüklüğü nedeniyle yabancı ülkelerden birçok armağan sunuluyordu onlara ve yaşam için gerekli birçok şeyi de adadan sağlayabiliyorlardı. Önce mineral olsun metal olsun, topraktan olabilecek her şeyi çıkartabiliyorlardı ve bugün yalnızca bir addan ibaret olan, fakat o zamanlar addan öte bir anlam yüklenen ve altından sonra o dönem insanlarının en değerli maden saydıkları orichalcum adanın birçok yerinden çıkartabiliyordu. Marangozlar için bolca ağaç, evcil ve yabanıl hayvanlar için yeterince besin vardı. Dahası adada çok sayıda fil bulunuyordu ve ister göllerde ve bataklıklarda ve ırmaklarda yaşasınlar, ister dağlarda ve ovalarda yaşasınlar, her türlü hayvan için bol besin bulunuyordu, tabii, aralarında en iri ve yırtıcı olan için de. Üstelik, yeryüzünde ne denli narin şey varsa, isler kök, ister yaprak, ister ağaç, ister çiçek ve meyve olsun, bu topraklarda yeşitirdi ve yine, hem kuru, yenebilir meyveler ve diğer genel sebze adını verdiğim öbürbesin türleri ve içinden içecek çıkan kalın kabuklu meyveler ve elli ve kokulu meyveler ve oyunlarda kullanılan kestane gibileri ve bekletildiklerinde bozulan meyveler ve yemeklerden sonra gönlümüzü hoşeden tatlı meyveler güneşin altında yatan bu kutsal ülke her birini şaşırtıcı ve sonsuz bir bolluk içinde sunuyordu.Topraktan aldıkları her şeyi tapınaklarını ve saraylarını ve limanlarını inşa etmede kullanıyorlardı; ve ülkenin bütününüşu tarzda düzenlemişlerdi: ilkin kadim metropolisi çevreleyen denizlerin üzerlerine köprüler yapıp kraliyet sarayına bir geçit açtılar, sonra da tanrıların ve atalarının konutun da sarayı inşa etmeye koyuldular. Ve bunu kuşaklar boyunca süslemeyi sürdürdüler,her bir kral, kudretinin son derkesinde kendisinden önce gelenle yarıştı. Böylece yapıyı büyüklük ve güzellik bakımından soluk kesici bir görünüme büründürdüler.Ve denizden başlamak üzere üç yüz ayak eninde, yüz ayak derinliğinde bir kanal açıp bunu en dış bölgeye dek uzattılar ve denizden bir geçit verdiler; burası bir rıhtım oldu ve bunu'en geniş gemilerin geçebileceği kertede geniş tuttular. Dahası deniz bölgelerini ayıran kara bölgelerini birbirinden ayırarak, bunları allından tek kadırganın geçebileceği köprülerle birbirlerine bağlayıp üzerlerini örttüler; kıyı su düzeyinden bir hayli yükseltildiğinden, altta gemiler için bir geçit bulunuyordu.Denizden bir geçidin açıldığı bölgelerin en genişinin eni üç stadia idi; ancak sonraki ikisi ve sular bölgesi iki stadia eninde, merkezdeki adayı çevreleyen kanal ise yalnızca bir stadiumenindeydi. Sarayın bulunduğu adanın çapı beş stadia kadardı. Bu ve bölgeler ve eni bir stadiumun altıda biri olan köprü, bir taş duvarla çevrelenmişti ve her iki yanda kulelerle köprülerin başlarında kapılar bulunuyordu.Yapımında kullanılantaşı merkezdeki adadan ve dış ve iç bölgelerin yeraltından çıkarmışlardı

Atlantis haçı, tarihöncesi tas çemberlerde ve kurban sunaklarında sık sık yinelenen çok eski bir simge. Olasılıkla Atlantis orijinalinden geriye kalmış bir anıdır. Ada kenti çevreleyen dairevî surları ve onları kesen kanalları göstermektedir. Haçın saftı geniş giriş kanalıdır.

Taslardan biri beyaz, biri siyah, üçüncüsüyse kırmızıydı; bir yandan çıkartırken bir yandan da içlerini oyup doğal kayadan damlar oluşturuyorlardı rıhtımlar için. Yapılarından bazıları basitti, ama diğerlerinde farklı tasları süsleme amacıyla birbirinekarıştırıp kullandılar: bu doğal bir hayranlık kaynağı oluyordu görenler için. En dıs çemberi çevrereleyen duvarın bütününüpirinçle, ikinciyiyse kalayla kaplamışlardı; kaleyi çevreleyen üçüncü duvarın cephesi orichalehum kırmızısıyla ışıldıyordu. Kalenin içindeki saraylar şu mantıkla inşa edilmişti: Merkezde Cleito ve Poseidon'aadanmış kutsal bir tapınak bulunuyordu;altın bir çiftle çevrelenen bu alana girmek yasaktı. On prensin soyunu peydahladıkları ve mevsimi geldiğinde on bölgenin her birinden çeşitli meyveler getirip sundukları yer buraşıydı. Poseidon'un bir stadium uzunluğunda, yarım stadium eninde olan sarayı da buradaydı; dengeli bir yüksekliği olan saray, barbarca bir görkeme sahipti. Kuleler dışında tapınağın tüm dış cephesi gümüşle kaplanmıştı, kuleler ise altındandı. Tapınağın içinde, çatı fildişindendi ve her yerde altın, gümüş ve orichalcumla bezenmişti, duvarlar, sütunlar ve zemin ise orichalcumla kaplıydı. Tapınağa altın heykeller yerleştirilmişti, araba içinde ayakta duran tanrı heykeli -altı kanatlı atın çektiği bir arabaydı bu ,başı tavana değiyordu; yunus balıklarına binmiş yüz nereid onu çepeçevre sarmışlardı; o zamanlar nereidlerin sayısının bu kadar olduğu düşünülüyordu.Tapınağın içinde, özel kişilerin adadığı başka imgeler de bulunmaktaydı. Dışarıda, tapınağın çevresine on kralla karılarının altın heykelleri sıralanmıştı; ve gerek kentten, gerekse uzaklardan, krallarla sıradan insanların çok sayıda sunusu yer almaktaydı. Boyutları ve usta işçiliğiyle, yapılın geri kalan kısımlarıyla yarışabildi bir mimber vardı; ve öbür saraylar da, krallığın zaferine ve tapınağın yüceliğine denk düşmekteydi. Bundan başka, çeşmelerinden sıcak ve soğuk pınarların suyu akıyordu; her ikisi de son derece bol ve her iki çeşit de sularının tatlılığıve kalitesiyle kullanıma son derece uygundu. Çevrelerine yapılar kurup uygun ağaçlar dikmişlerdi; ve açık ve kışları da kullanılmak üzere kapalı sarnıçlar. Kralların ve özel kişilerin hamamları ayrıydı; ayrıca kadınlar ve atlarla sığırlar için de hamamlar vardı ve bunlar kullanımlarına uygun tarzda bezenmişti. Akan suyun bir kısmını eşsiz yükseklik ve güzellikte ağaçların yetiştirildiği Poseidon korusuna aktarıyorlardı; geri kalanı su yollarıyla köprülerden dış çemberlere taşımaktaydı: ve birçok tanrının adına çok sayıda tapınak yapılmıştı; ve bahçelerle insanlar ve atlar için ayrı spor alanları bulunuyordu kanallarla birbirinden ayrılan ilk iki adada; ve iki adadan daha büyük olanın orta yerinde bir stadium eninde, adayı çepeçevre dolaşacak uzunlukta, at yarışları için bir yarış alanı bulunuyordu.Ve belirli aralıklarla muhafızlar için gözetim kulübeleri dikilmişti, en güvenilir olanları, Acropolis'e daha yakın olan dış bölgelerde görevlendirilmişti; içlerinden en güvenilenlere kale içinde evler verilmişti. Rıhtımlar kadırga ve denizcilik dükkânlarıyla doluydu ve her şey her an rıhtımdan geçtiğinde, en geniş bölge ve rıhtıma elli stadia mesafede denizde başlayıp adaları çepeçevre saran bir duvarla karşılaşıyordun: bu duvar denize uzanan kanalın ağzında birleşmekteydi. Bölgenin tümü yoğun bir yerleşime sahne olmuştu; kanal ve rıhtımların en genişi gemilerle ve dünyanın her yerinden gelip gece gündüz ortalığı şamataya boğan tacirlerle doluydu. Kentin ve kadim sarayın çevresini onunonlara aktardığı gibi anlattım; şimdi ülkenin geri kalan kısmının doğasını ve düzenlenişini aktarmaya çalışacağım. Karanın denize bakan tarafının çok yüksek ve kayalıklı, ancak kenti çevreleyen tarafın denize doğru inen dağlarla çevrili alçak bir ova olduğu söylenir; düz ve engebesiz olmakla birlikte, ince uzundur;bir yöne doğru uzunluğu üç bin stadia'yı bulurken, deniz kıyısından adanın merkezine doğru uzantısı ikibin stadiadır; ada güneye doğru uzanmaktadır ve kuzeye karşı korunaklıdır. Çevreleyen dağları sayı, boyut ve güzelliklerini anlataanlata bitiremez; söylenene göre var olan tüm dağlardan daha görkemliymiş bunlar; içlerinde bir sürü zengin köy, ırmak ve göller, yabanıl ya da evcil, her türden hayvanı besleyebilecek zenginlikte otlaklar ve her işe elverişli, bol ve çeşitli ağaçlar bulunurmuş.şimdi çağlar boyu, birçok kral kuşağı tarafından ekilip biçilen ovayı anlatacağım. Dörtgen şeklinde ve büyük bölümü düz ve ince uzundur ve düzbir hatla çepeçevre saran hendeği izler. Bu hendeğin derinliği, genişliği ve uzunluğu inanılası değildi ve başka pek çok yapıt gibi, insan elinden çıkması olanaksız izlenimini veriyordu. Ama duyduklarımı anlatmalıyım. Yüz ayak derinliğinde kazılmıştı ve eni her yerde bir stadyumdu; ovanın bütününüçevrelemekteydi ve uzunluğu on bin stadia kadardı. Dağlardan inen sulan topluyor, ova çevresinde akıtıp çeşitli noktalarda kente verildikten sonra denize dökülüyordu. Benzer şekilde, yukarıdan yüz ayak genişliğinde kanallar ovayı kesip hendekten denize verilmekteydi; bu kanallar yüz stadia aralıklıydı ve dağlarda kesilen odunlar bunlar aracılığıyla kente iletilir, meyveler gemilere yüklenip bir kanaldan diğerine çapraz geçitlerle kente taşınırdı. Meyveler yılda iki kez toplanmaktaydı kışın yağmurlardan sonra ve yazın kanal sulamasıyla. Nüfusa gelince, ovadaki parsellerden her birinde askerlik çağındaki erkeklerden bir reis atanırdı; parsellerden her biri bir kenarı on stadialık dörtgenler halindeydi ve sayıları altmış bindi. Dağlarda ve geri kalan topraklarda yaşayanların da, köylerine ve yerleşimlerine göre bağlı oldukları yöneticileri vardı. Önder savaşta hir savaş arabasının altıda birini sağlamak durumundaydı, toplam on bin savaş arabası katılırdı savaşlara, aynca oturma yeri olmayan hafif bir araba, yanında küçük kalkanlı bir piyade ve allar için bir sürücü; iki ağır silahlı adam, iki okçu, iki sapancı, iki mancınıkçı, iki kargılı avcı ve bin iki yüz geminin mürettebatını oluşturmak üzere dört denizci sağlamak durumundaydı. Kraliyet kentinin savaş düzeni böyleydi; diğer dokuz hükümetinki birbirinden farklıydı; her birini burada tek tek anlatmak, yorucu olur. Görev ve orunlara gelince, şöylece düzenlenmişti: On kraldan her biri, kendi bölümü ve kendi kentinin yurttaşları üzerinde mutlak denetim sahibiydi ve yasalara göre birçok durumda, dilediğini cezalandınp öldürebilmekleydi. Hükümetlerin birbirleriyle ilişkisi Poseidon'un kendilerine verdiği yasanın buyrukları doğrultusundadüzenlenmekteydi. Bunlar ilk insanlar tarafından orichalcum bir sütun üzerine yazılıp adanın ortasında yer alan Poseidon tapınağındaki orichalcum sütun üzerine yazılmışlardı; halk hem tek, hem de çiftli yıllan onurlandırmak için beş ve altı yılda bir burada toplanırdı.Ve toplandıklanndakamu işlerini konuşur, içlerinden herhangi biri yasalan çiğnemişse onu yargılarlardı. Ve hükme varmadan önce birbirlerine şöyle bir taahhütte bulunuyorlardı: Poseidon tapmağının otlağında boğalar vardı; ve tapınakta yalnız kalan on kişi, tannlara kendilerine sunulan kurbanları kabul etmeleri için yalvardıktan sonra boğaları silahsız, sopa ve kementlerle avlamaklaydılar; ve yakaladıkları boğayı sütunun yanına götürüyorlardı; ve kurban oracakta başına vurularak kutsal yazılann üstünde kurban ediliyordu. Sütunda,yazının yanı sıra başkaldıranları şiddetle lanetleyen bir de ant vardı. Dolayısıyla, kurbanı adetlerine uygun olarak sunduktan sonra uzuvlarını yakıyor, her biri için bir çanağa pıhtı dolduruyor kurbanın geri kalanını ateşe atıp sütunu arındırıyorlardı

Bundan sonra, çanağın içindekini altın sürahilere doldurup ateşin üzerine dökerken sütundaki yasalara göre yargılayacaklarına ve gelecekte de ellerinden geldiği ölçüde yazıları çiğnemeye gayret edeceklerine ve babalan Poseidon'un kendilerine verdiği yasanın tersine komuta etmeyeceklerine ve bu yoldaki buyruklara da uymayacaklarına ant içiyorlardı. Tanrının tapınağında sürahilerinden içerken her birinin kendi ve ailesi için ettiği yemin, buydu; ve bir süre yemek yedikten sonra, ortalık kararıp tapınaktaki ateş söndüğünde her biri en güzel mavi giysilerine bürünüyor, üzerine ant içtikleri kurbanın külleri üstünde oturarak aralarından biri bir diğerine ilişkin bir suçlamada bulunursa sanığı yargılıyor ve hükmü verdikten sonra, sabaha karşı hükmü altın bir tablet üzerine yazıp bunu giysileriyle birlikte ayin nesnelerinin yanma yerleştiriyorlardı. Krallann tapınaklar çevresine yazdığı çok sayıda özel yasa vardı, ama en önemlisi şuydu: Birbirlerine karşı silaha sarılmayacaklar ve kentte birinin kraliyet evine karşı ayaklanması durumunda hepsi yardıma koşacaklardı. Atalan gibi onlar da savaşa ve diğer konulara birlikte karar verecekler, ancak önderliği Atlas ailesine tanıyacaklardı; kralın on kraldan çoğunun onayını almadıkça akrabaları üzerinde ölüm-dirim hakkı olmayacaktı. Tannların yitik Atlantis adasındaki engin gücü böyleydi: ve bunu sonradan rivayetlerin aktardığına göre şu gerekçeyle bizim ülkemiz üzerine yöneltti: Kuşaklar boyu, kutsal doğalan içlerinde varlığını sürdürdüğü sürece yasalara boyun eğdiler ve tanrılarına sevgiyle bağlı kaldılar; çünkü hayatın her olayı birbirleriyle ilişkilerinde incelik ve bilgelik sahibi gerçek ve büyük ruhlardılar. Yalnızca erdeme değer verir, kendi durumlarına aldırmaz, altın ve diğer varlıklarını küçümserlerdi, bunlar onlar için birer yüktü yalnızca; lüks gözlerini kamaştırmaz, varlık özdenetimlerini zaafa ugratmazdı; her dem uyanıktılar ve tüm zenginliklerin birbirleriyle erdemli dostluklarını sürdürdükleri sürece arttığını ve aşırı hırs ve mala değer vermenin onlann ve yanı sıra dostluğun da yitip gitmesine neden olduğunu iyi biliyorlardı. Böylesi düşünceler ve kutsal doğalarının süregitmesiyle tüm betimlediklerimiz içlerinde serpilip gelişiyor, artıyordu; ama yüreklerindeki kutsal pay azalmaya başlayınca, servetlerini taşıyamaz oldular, çirkinleştiler ve gören gözler önünde alçalıp değerli yetilerini yitirdiler ; ama gerçek mutluluğu sezinleyemeyenlere hakkahiyetsiz açgözlülük ve kudretle donatıldıkları anda dahi, hâlâ görkemli ve güçlü gözüküyorlardı. Yasalara uygun olarak yöneten ve böyle şeyleri görebilen tanrılar tannsı Zeus, onurlu bir kavmin böylesine aşağı derkelere düştüğünü görüp de kendilerini düzeltmeleri için onları cezalandırmaya niyetlendiğinde, tüm tanrıları dünyanın merkezinde olup kuşakların ne yaptığını gören kutsal sarayına topladı.Ve onlara şöyle konuştu:"


(Platon'un öyküsü burada apansız kesilmektedir.)


SORU İŞARETLERİ

Atlantis bilim üzerine son çalışmalar inançlarını pekiştirmek için arkeoloji,okyanusbilim. etnoloji,antropoloji ve yakın disiplinlerdeki yeni keşif ve gelişmelere bel bağlamış durumdadır.. i.yüzyıllar boyu. Platon'un öyküsü ya da onu izleyen diğer dramları doğrulayacak ya da yalanlayacak karbon-14 ya da dendrokronolojik tarihleme yönetemlerinin bulunmayışının,alanı kurgu ve tartışmaya açık bıraktığını akıldan çıkarmamalıdır.Dolayısıyla,bu noktada mümin adaylarıyla kuşkucuların akıllarına musallat olacak kimi tutarsızlıkları irdelemek gerektiği inancındayım.

Tımaeııs ve Critias Platon'un anlatısında bir dizi tutarsızlık,özelliklede iadin? Âtina için verilen kuruluş tarihi kimi klasik bilimadamlarının tüm anlatıyı imgeleminin bir eseri,ya da, en iyimser yorumla şiirsel bir fantezi olarak gözardı etmelerineyol açmıştır.Öte yandan, aynı ölçüde yetkin erkek ve kadınların giriştiği ciddi araştırmalarda, filozofu destekler sonuçlar vermiştir.Psikolojide kişilerin bir konuda
mantıksızbir sıkıntı duyduklarında,onu karalamak, ya da yaygın deyimiyle 'atlamak' yolunda akıldışı bir saplantıya tutuldukları sıkça gözlemlenen bir olgu olduğundan, kişisel görüş, akıldışı önyargı ve gerçek eleştiri arasındaki ayrım gözlenmelidir. Her rasyonel insanın hak vereceği gibi eleştiri,her kültür ya da topluluğun anlaksal gelişimin depsikolojik sağlık belirtisidir ve gereklidir.Atlantis sorununa ilişkin olarak göz önünde bulundurmamız gereken, eleştiren kişilerin doğası ve niyetleridir.Bunları şöyle sınıflandırıyorum:

1. Kimi içsel korku ya da çelişkilerden kaynaklanan kişisel güvensizlik duygusu içinde olanlar.

2. Profesyonel teşhirciler.(Bir zamanlar böyle bir dostum vardı. işi gücü, bir konu kamuoyunda popülerlik kazanan herhangi bir konu bulup 'lehte' kitapların pazarı doyurmasını bekledikten sonra, zevkle konuya hiçbir kişisel ilgi duymaksızın içyüzünü teşhire koyulmaktı. Bu, kimi alaycıların'son gülen iyi güler' dediği yaklaşımıdır.)

3. Akademik kariyerlerini ilerletecek uygun araçları kollayan bilimciler. Yaşamın tutarsızlıklarının yanıtlarını araştıran ve hepimizin,bilimya da akademik çalışmalarda hesapsız yanılgıları ve Piltdown insanı gibi kasıtlı yanılgıları ortaya çıkardıkları için şükran borçlu olduğumuz gerçek araştırmacılar ve eleştirmenler.

Şeytanın avukatı rolünü üstlenip,1, 2 ve 3'ün suçsuz olduğunu iddiaetmeme karşın,olabildiğince Elektik ve nesnel bir yaklaşım sergilemeye çalışacağım.Yine de, bu konuda bir süre sonra açıkça ortayaçıkacağı gibi, kendi görüşlerim var. Şu halde,diyeceklerimi dediğime göre, Platon'a dönebiliriz. Öyküsündeki olası yanılgılara işaretetmeden önce, kaleme alındığı zemine bir göz atalım.Uzun süreli Pelepones savaşlarının,Örneğin peri masallarına kulak asacak nitelikte bir insan mıydı, ya da öyküyü kendisine aktaranlar, kasıtlı ya da bilinçdışı olarak bu öyküleri izleyicilerini yanıltmak üzere kullanacak kertede kendilerini düşlere kaptırmış kişilermiydi? Sanmıyorum! Aberystwyth Üniversitesi'nden Klasik Profesörü Christopher Gill, adaya yakıştırılan siyasal ve toplumsal yapının büyük bölümünün Platon'un kendi görüşlerini ve genelde Pythagoras okulundakileri yansıttığını söylerken ilginç bir noktaya parmak basmakta; dır.Bize şöyle der:


"Platon'un dünyanın tanrılar arasında paylaşılması anlatısı, bu paylaşımda çeçekişmelerin olmayışı konusundaki ısrarı dışında (bkz. Devlet, 378b vd.) Grek geleneğini izlemektedir, örn. Homeros, ilayada, 15.187 vd. Özellikle Athena ile Poseidonarasındaki Atlanlis'i ele geçirmeyi hedefleyen ünlü söylenceyi inkar etmekle ve eski Atina'nın kültünde Poseidon'a yer vermemektedir. Poseidon denizci Atlantis'in Tanrısıdır; bir kara gücü olan ilksel Atina'nın değil..".

Dokuz bin yıllık zaman süresi de tarihsel temellerde eleştiri konusu edilmektedir. Gill inandırıcı bir üslupla tüm bunların mitik bir kisveye bulundurulmuş salt siyasal istiareden ibaret olduğunu öne sürer. Gerçekte, Klasik dönem ve Klasik öncesi Yunanistan'ı incelemiş olan herkesin, filozofun, bilinçsizce de olsa, Atlantis devleti halklarına yansıttığı kendi görüş, önyargı ve umutlarını tanımakta güçlük çekmeyecektir. Masalın kahramanı kadim Atina'dır, Atlantis değil, demektedir Gill. Gill başlangıçta betimlenen savaşın Devlet'in merkezi temasını vurguladığını söylerken bir başka geçerli gözlemde bulunmaktadır: 'özel servete sahip olmayan bir yönetici sınıfın istikrarlı ve birleşik olduğu ve devletinin ne denli zengin olursa olsun bütün düşmanlarım yenebileceği, oysa tekil yöneticilerin servet sahibi olmasının bölünme yarattığı ve siyasal yozlaşma ve yenilgiye yol açtığı' yolundaki temadır bu. Gill başka bilim adamlarının öne sürdüğü kuramları incelerken, Platon(ya da Solon)'un sözünü ettiği'nin Minos Girit'i olduğu yolundaki önermenin üzerinde durur; bu, dördüncü bölümde irdelenecek olan Thera öyküsünün ışığında anlamlı bir yaklaşım olabilir Ne ki, Gill, Platon'un Minos uygarlığı ve nihai yazgısı konusunda, kendi döneminde genellikle bilinmeyen bilgileri nereden edindiğini sorgular. Thera savunucusu J.V. Luce'un öyküyü Solon'a gel çekten de Mısırlıların anlattığını, Minos uygarlığıyla Atlantis arasındak farklılığın Solon'un bu bilgileri edinirken küçük bir yanlış anlamasından kaynaklandığını ileri sürdüğünü aktarır. Gill, Klasik çağ Atinalılarının Minos Girit'i konusunda Mısırlılardan çok daha fazla bilgilere sahip olduğunu ve Minos uygarlığı betimlemesini teşhis edebileceklerini belirterek karşı çıkar. Çritias'davurgulanan teknolojik yenilikler pek çok bilimadamını tedirgin etmektedir; bunun olası nedeni, bir bakıma ileri bir teknolojiye sahip tarih öncesi bir uygarlık fikrini en azından pek inanılır bulmayışlarıdır Kadim zamanlarda tek olan biten, büyü. şamanizm ve benzeri uygulamalardı, ya da kimi çevrelerde bu görüş yaygındır. Oysa benim ilkçağ tarihi ve tarih öncesi araştırmalarım, hukukçu ve Cambridge Klasik Çağ uzmanı John Ivimy'nin şu vargısını destekler mahiyettedir: Klasik tarihçiler büyüye ilişkin masalları geleneksel olarak bilimsel dikkate değmez konular sayarak görmemezlikten gelirler, oysa bizin için cadının süpürgesi ya da büyücünün değneği derhal bilim adamının laboratuvarı çağrışını uyandırır.Gill'in kitabı tümüyle Timaeus ve Critias'ın eleştirel açımlamasına ayrılmıştır ve doğrusu, eğer Atlantis öyküsünün önyargısız bir değerlendirmesi yapılmak isteniyorsa, ortaya sürdüğü konuların çoğu ilgiyi hak etmektedir. Ne ki, metnin kendisi (yorumlar dışında) özgün Grekçe'yle verildiğinden, bu dili bilmeyenlere güvenilir bir ingilizce çeviri edinip Gill'in gözlemlerini buna uygulamaları salık verilir.

PLATO AİLE MASALLARINIMI DİNLEDİ

Yaklaşık, 2.400 yıl evvel yazılan Plato'nun kayıp bir kıtayla ilgili öyküsü acaba bütünüyle gerçek midir? Bir yapaylık veya fabrikasyon üslup yok mudur ve bazı tarihi gerçekler bir yalanın ardında kaybolmuş mudur? Plato'ya göre, gerçek Atlantis tanım olarak çok eski zamanlarda varolmuş ve kaybolmuştur. Ama bu iddia, sanki biraz fantastik gibidir, tarih öncesinde yaşamış süper bir uygarlığın, en küçük bir iz bile bırakamadan yok olması kolay kabul edilecek bir yaklaşım değildir.

Acaba Plato, bir bilim kurgu öyküsü yazmış olabilir mi? Ya da, Homeros'un "iliada"sı gibi geçmişin söylentilerinden Atlantis'i üretmiş olamaz mı? Atlantis uygarlığının ölçeği, Plato'nun ileri sürdüğü gibi, dev binalar ve zaman konusundaki karmaşadır. Yine Plato'ya göre, her şey Eski Mısır öncesindedir; onun kronolojisine göre Atlantis 10.000 yıl evvel batmış ve batışından bir gece önce büyük bir deprem ve ardından tufan oluşmuştur. Plato'nun verdiği bilgi için, önce kendisini incelemek gerekir; Plato, Atinalı devlet adamı Solon'un soyundandır ve Solon Atlantis'le ilgili bilgileri M.Ö. 565'te Mısır'a yaptığı yolculuk sırasında öğrenmiştir. Yani Solon'dan, Plato'ya gelen bilgiler aile mirasıdır. Plato'nun tümüyle yalan söylediği olası değildir; aile içinde Solon'a çok büyük bir saygının gösterildiği kesindir; bir uydurma ile nesiller boyu yaşanmış olması düşünülemez. Ve tabii ki, Solon, iddiaların büyük bir bölümünden veya ana fikrinden sorumludur. Plato'nun, çağının tarzı ya da eğilimi olarak, geleneksel malzemeyi öyküye katmış olması doğaldır ve bu nedenle de onu suçlayamayız.

PLATO'NUN İKİLEMİ

Platon hayatının son yıllarında Sicilya'daki kimi dostlarına,Ivimy'nin aktardığına göre 'kendi başlarına keşfedecek kertede zeki olan birkaç kişi dışında kimsenin anlayamayacağı' gerekçesiyle yüreğindeki gerçekleri hiçbirzaman kâğıda dökmediğini yazmıştı."Bundan, sözünü ettiğİ hakikatlerin Pythagoras'ın mathernatid'ye öğrettiği içsel gizemler olduğunu çıkarabiliriz.Çağdaşlarınca 'Samoslu Usta' diye anılan ve 'felsefe' ve 'kozmos' sözcüklerinin yaratıcısı olmakla ünlenen Pythagoras bilimile din arasında,metafızikçilerin olasılıkla farkına varmaksızın Atlantis'den öğrendiğini ileri"sürecekleri eşsiz bir birlik sağlamıştı.Pythagoras öğrencilerini iki kategoriye ayırıyordu:Erginler ve ergin olmayanlar.ikinci grubu, serbest bir çeviriyle 'kulaklarıyla duyup da anlamayanlar'anlamına gelebilecek acusmatici terimiyle nitelendirmekteydi.Erginlereyse mathematici'öğrenip anlayabilenler'diyordu. Kadim zamanlarda tüm bilge kişiler metafızik selgizlerin hiçbir zaman açıkça ortaya konulmaması konusunda büyük özen göstermekteydiler. Atlantis diyaloglarının apansız bitirilmesinin nedeni Platon'un bu son açıklamasında yatıyor olmaz mı?

Filozofun anlatısını,tıpkı çağdaş televizyon dizi yapımcılarının dizi bölümlerini izleyicinin merakını sürekli tutacak yerde kesmesi gibi,neden okurun ilgisininve merakının en yoğun olduğu noktada bıraktığı, bir hayli spekülasyona konu olmuştur.Platon okurlarım kasten mi böyle havada bırakmak istemiştir? Sanmıyorum. Platon'un büyüleyici bir öyküyü, devamının günümüze de uygulanabileceği bir noktada yarım bırakışma birkaç alternati façıklama düşünelim:

• Siyasal manevra;

• Kimi metafizik gizlerin açığa çıkmasını önleme arzusu;

• Kendisini bir süre dinlenmek zorunda bırakan, sonra da yapıta dönmediği bir hastalık (hatta ölüm);

•Yapıt tamamladı ama bilinmeyen bir kişi ya da kişiler açıklamayı yok ettiler.

Sezgisel olarak son şıkkın geçerli olabileceği kanısındayım,ne var ki, bu konuda bir kanıt olmadığına göre okur kendi tercihini yapabilir. Gerek Platon,gerekse Solon'un çözümlemek durumunda kaldığı ve belki de her ikisininde, öykünün anlatılmasını yaşamlarının son yıllarına ertelemelerine yol açan etkenin, geleneksel Grek yeraltı,ya da Hades'in Güneş'in denizde battığı uzak batıda yer aldığı inanış ıolduğu öne sürülmüştür.Böylesi bir yerin sıradan insanların yaşadığı, ruhlar dünyasından uzak bir kıtayı barındırması mümkün olabilirmi? Eski Grek dininin kutsal dogmaları, Okyanus'un ortasında uzanan yeryüzünün bildiğimi zanlamıyla hayatın bulunduğu tek ülke olduğunu, bunun ötesindekiher yerin Hades ya da ölüler ülkesine ait olduğunu ileri sürmektedir.Atlanti söyküsünün Platonve Solon'un çağdaşlarından bu denli az ilgi görmesinin bir nedeni de bu olabilir;ne var ki, tarihçi Theopompus ve Herodotus,coğrafyacı Poseidoniusve doğabilimci Pliniusbu kuramı selamlamakta bir sakınca görmemişlerdir. Ancak, Profesör Franz Cumont, sonradan kitap olarak yayınladığı 'Grek ve Romalılarda Astrolojive Din'de Platon'un .eskatolojik inançlarınıdaha farklı bir kategoriye yerleştirir.Görüşlerini desteklemek üzere (Platon'un öğrencisi Opuslu Philip'inkaleme almış olabileceğini teslim ettiği) Epinomis'i kaynak gösteren Cumont, Usta'nın döneminin yıldız külüerinin metafizik doğası konusunda derin bir kavrayışa sahip olduğu ve Grek Dinsel dogmasının sınırlarıyla bağlı bulunmadığı gerçeğine dikkati çeker. Büyük Tufan'ı işleyen Romalı ozan Ovidius, Plato'un tamamlanmamış tarihçesine devam eder:


Bir zamanlar yeryüzünde o denli alçaklık egemendi ki; Adalelt gökyüzüne sığındı ve tanrıların kralı bir insan kavmini yok etmeye karar verdi... Jüpiter'in öfkesi göklerdeki kendi alanıyla sınırlı degildi Deniz mavisi kardeşi Posedion ona yardımcı olmak üzere dalgaları gönderdi. Posedion üç dişli çatalıyla toprağa vurdu ve toprak titreyip sarsıldı... Az sonra karayla denizi ayırt etmek olanaksız hale gelmişti. Suyun allında, deniz nymphleri nereidler hayretle bakıyorlardı ormanlara, evlere ve kentlere, insanların hemen tümünü yuttu sular; sulardan kaçabilenlerse açlıktan öldü.


Ovidius bu anlatısında yalnız değildir.Tufan söylenceleri birçok ülke halkı arasında yaygındır ve pek çok ulusun yazılı tarihine geçmiştir.Asur kralı Asurbanipal kendinden sonraki kuşaklara pişirilmiş Tabletlerde,buyrukları üzerine yazıcılarının ölü dillerde yazılmış kadim tarihe ait kitaplardanTufan öncesineait çeviriler yaptığını bildiren iletiler bırakmıştır.Grek tarihçisi Strabon kendi çağından2600 yıl önce gezginlerin ispanya'nın güneybatı kıyısında zengin ve güçlü bir kent ve liman olan Tartessos'dan taşıdıkları ve kendi dönemlerinden7000 yıl öncesineait yazılı kayıtlardan söz etmektedirki, bu da bizi, geleneksel tarihin yazının başlangıcı kabul ettiği zamanın çok gerilerine götürür!

3.BÖLÜM: ATLANTİS NEREDE ALTERNATİF BÖLGELER

Ortaçağın deniz haritalarında bu efsanevi adalar, Atlantik Okyanusu'unda gösterilir. Genellikle çok güzel bir iklimi ve yaşama koşulları olduğu düşünülür 15. yüzyılda Portekiz'de çizilen haritalarda, Antillia adı verilen bir ada vardır. Bu ada adını Atlantisten alan Efsanevi bir ada olabilir. İspanya ve Portekiz, Cezayirlilerin istilası altındayken, o adada ideal bir Hıristiyan toplumun yaşadığı kabul ediliyor. Sonraki yüzyıllarda bilim adamları, Atlantis'in varlığından hep kuşku duydular. Atlantis'in yeniden güncellik kazanması, 1882 yıllarına dayanır. O tarihte Amerikalı yazar Ignatius Donnelley, "Atlantis: Tufandan önceki Dünya" adlı bir kitap yayınladı. Ona göre Atlanis, Atlantik'in ortasında, Azor Adaları'ndaydı.

İgnatius Donnelly'nin 1882 yılında ortaya koyduğu teoriye göre, Atlantis'in yeri. Donnelly, açık renkli yerlerin Atlantis'in kolonilerini belirtiyor. Eflatun'un düşündüğü Japonya daha farklıydı (altta solda). Eflatun'a göre Dünya, Atlantik ile çevrelenmişti. Onun içinde büyük bir kıta vardı (Altta).

Donnely'e göre, mitolojiler ile insanbilim arasında tarihsel bir kopukluk var. İşte, Atalntis, bu kopukluğu giderici bir köprü işlevi görüyor. Donnely, ayrıca Atlantis kültürünün, Avrupa uygarlığının üzerinde olduğu kadar, Amerika uygarlığı üzerinde de büyük bir etkinliğe sahip olduğu görüşünü savunuyor. Ona göre, mitolojilerde sözü edilen cennet, Atlantis'in ta kendisi!

Atlantis'in çeşitli gizemciler tarafından önemle ele alındığı görülüyor. Sözgelimi, Teozofi Cemiyeti'nin kurucusu olan Madam Blavatsky, "Gizli Öğreti" adlı kitabında ilk kez gerçek bilginin Atlantis'te yazıldığını ileri sürüyor. Blavatsky, bu yapıtında Lemurya ile birlikte diğer bazı kayıp kıtaların varlığından da söz ediyor. Daha sonraları Lemurya, ön Atlantis dönemi olarak kabul edildi.

Kayıp uygarlıklara ilişkin değişik görüşleri ile tanınan bir diğer gizemci de Rudolf Steiner'dir. O aynı zamlan da, kayıp kıtaların öykülerini daha da geliştirdi. Lemuryalıların, zihin gücü ile çok ağır maddeleri kaldırabildiğini iddia ediyor. Steiner'e göre, Atlantisliler de yaşam gücüne hükmedip, kendilerine özgü hava ulaşım araçlarını yönetiyorlardı.

Yüzyılımızın başlarında efsane uygarlıklara bir yenisi eklindi: Mu!.. Bu kayıp uygarlık ile ilgili ilk bilgileri, James Churchward adında bir araştırmacı, Hindistan'da bir tapmakta bulduğu eski tabletlerde, çok eskiden Pasifik Okyanusu'nda Mu adında bir kıtanın var olduğunu öğrendi. Bu konu ile ilgili Araştırmalar yaparak kitaplar da yayılandı.

1968 yılında ise, kayıp kıtanın yeri ile ilgili olduğu sanılan bazı arkeolojik kanıtlar elde edildi. Burası, atlantik'te hiç umulmadık bir yerdi: Bahama adaları... Yapılan araştırmalarda, denizaltında birbiriyle kusursuz bir şekilde birleştirilmiş sayısız taş parçaları bulundu. Bunların, atlantis'in kalıntıları olduğu görüşü, hemen herkes tarafından kabul edildi.

Sonunda bu eski gizem çözülmüş müydü. Atlantis, bulunmuş muydu? Tüm basın, özellikle Amerikan basını ortaya çıkarılan bilgi ve kanıtları benimsedi. Oysa, yüzyıllar boyu süren araştırmalara, tartışmalara ve yapılan yatırımlara rağmen bu konuda pek öyle elle tutulur bir kanıt yok! Denebilir ki, Atlantis'in varlığı halen kanıtlanamadı.Fakat kanıt bulunamaması aksi kanıt olmasından çok farklıdır. Tarih, efsanevi kent ve uygarlıklarla doludur. Arkeoloji zamanla bunların gerçekliğini bulup ortaya çıkarabiliyor. Tıpkı Layard'm Ninova'yı, Schlie- mann'm Truva'yı ve Evans'm da Minos uygarlığını ortaya çıkarması gibi. Bu kentlerdeki uygarlıklara da bir zamanlar efsanevi ve hayali gözüyle bakılıyordu.

THERA (SANTORİNİ) YUNANİSTAN

Ege denizinde, Girit'in kuzeyindeki Grek takımadalarında bir ada olan Thera'nın yıldızı arkeolog ve sismolog Profesör A.G. Galano- poulos ve bir başka arkeolog, Dr. Spiridon Marinatos'un 1960 sonlarında efsanevi Atlantis adası olduğu yolundaki kuramlarını açıklamalarıyla birden parlayıverdi. İ.Ö. 1500-1400 yıllarında adayı sarsan volkanik patlamanın, Platon'un batık uygarlığına çok benzeyen Girit deniz imparatorluğunun çöktüğünde fazlaca katkısı olmuşa benzemektedir. Bu tema, sonradan, Dublinli Klasik Çağ tarihçisi J.V. Luce'un The End of Atlantls-New Light on an Old Legend adlı kitabında geliştirilecektir. Felaketin dramatik bir biçimde vurduğu ve Minos sarayıyla diğer birçok girit kentinin yıkıma uğrattığı ve tarih öncesinin öbür gizleri arasına gömdüğü anda Girit, güç ve zenginliğinin doruklarındaydı. Thera buluntularının bu tarihsel muammanın çözümüne nihai adımı oluşturduğuna ve yukarıda adı geçen yetkelere göre Atlantis hayaletini tam olarak gün ışığına çıkardığına inanılmaktaydı.

MÖ 1500 yılında Thera yanardağının ( Yukarıda) patladığı biliniyor. Prof. Marinatos ve Dr. Galanopoulos'a göre, bu gerileminin nedeni bu patlama olabilir. Sonuç olarak, denizde oluşan dalgalar, en azından 1883 yılında Krakatoa yanardağı patladığında oluşan dalgalar kadar büyük olmalıydı.Ege kıyılarında yaşayan halkın büyük çoğunluğu bu dalgalarda boğuldu. 50 cm. kalınlığında bir tabak oluşturan lavlar ve toz, yıllar boyu tarım yapılmasına izin vermedi. Eski adadan günümüze ancak hilal biçimli bir kabuk kalmıştır. Ancak ilk boyutları göz önünde bulundurulduğunda dahi, Platon'un verdiği ölçülere hiç mi hiç denk düşmemektedir;  dahası, depremlerle suyun dibine gömüldüğü tarihi Platon’un tarihiyle bağdaştırmak, olası değildir. Bu anormallik için birçok gerekçe öne sürülmüştür.  Örneğin,Mısırlı rahiplerin öyküyü Solon'a anlatırken 100 ve 1000 hiyerogliflerini karıştırmış olabilecekleri söylenmiştir.  Bu olası yanılgıyı dikkate alsak dahi, Platon'un anlatısında Thera düşüncesiyle bağdaşmayan başka birçok ayrıntı vardır: donanma, limanlar, askeri kuvvet ve nüfus gibi. Dahası, Thera yeni bir bulgu da değildir. Pek çok kişinin Platoncu 'Atlantis bilimin Babası' sanına layık Gördüğü Ignatius Donnely geçen yüzyılda şöyle yazıyordu:Grek Takımadalarındaki Santorin Körfezi, iki bin yıl boyunca etkin volkanik faaliyetlere sahne olmaktaydı. Plinius bize i.Ö. 186 yılında 'Eski Kaimeni' ya da Kutsal Ada'nın denizden belirdiğini anlatır. l.S. 19'da ise, Thia' (İlahi) çıkmıştır ortaya. l.S. 1573'te 'güneş yanığı küçük ada' adı verilen bir başka ada belirmiştir sahnede. 1848'de üç ay süren volkanik faaliyet büyük bir resif yarattı; deprem Thera'daki  birçok  evin  yıkımına  yol  açtı  ve  denizden  yükselen  kükürt  ve hidrojen gazlan 50 insan ve 1000 kadar evcil hayvanın ölümüne neden oldu. Yakın dönemlere ait bir inceleme, tüm Santroin kütlesinin denize olan uzantısından itibaren 1200 ayak (457 metre) derine gömüldüğünü göstermektedir.

Gerçekte, Donnely, ortaya çıkıp kaybolan birçok ada ve daha büyük kara kütlelerine bütün bir bölüm ayırmıştır. Jeolojiyle coğrafya arasındaki ilişkiye değgin aydınlatıcı bir yaklaşım sergileyen Profesör Geikie'nin Avrupa kıtasının yükselişi ve tarihi konusundaki sözlerini aktardığı bir bölüm özellikle ilgimi çekti. Profesör Geikie ilk Avrupa topraklarının kuzey ve kuzeybatıda bulunduğunu ve iskandinavya, Finlandiya ve Britanya bölgesinin kuzeybatı- sını içerdiğini ve Kuzey Amerika'nın boreal ve kutup enlemlerine dek uzandığını ileri sürmekteydi (bkz. Lurassia, s. 71).
Andrew Tomas da benzer biçimde etkileyici bir jeolojik gelgit- ler katalogu sunmaktadır: 1883'de patlayan Krakatoa; Yaşlı Plinius ve Strabon'a göre bir zamanlar canlı bir metropol olan, İspanya'nın Adriyatik kıyısındaki Etrüsk kenti; Argonaut'ların ziyaret ettiği Karadeniz kıyısındaki Dioscuria; yine Karadeniz kıyısında bulunan eski Grek denizci kenti Phanagoria ve daha birçokları. Bu listenin son bilgiler ışığında daha bir hayli uzatılabileceği, kuşkusuzdur.


Değerli profesörün Thera ya da Santorini'nin i.Ö. 1500 dolaylarında deprem sonucu kısmen yok olduğu yolundaki iddiasından bir an olsun kuşku duymuyorum; zaten bu aynı dönemde Volkan'ın faaliyetlerinden etkilenen çevredeki birçok kültürün kayıtlarınca da doğrulanmaktadır. Adanın bir zamanlar delilleri volkanik küllerin 1300 ayak (40 metre) derinliğinde yatan ileri bir kültü-
rü barındırdığı yolundaki savlarını da tartışmıyorum.  Ancak verilen tarih, Atlantis'den çok bir Minos bağlantısını çağrıştırmaktadır, ne var ki konunun pek çok ilgilisi Minos uygarlığının birkaç bin yıl önce Ege'ye ulaşan Atlantisli sömürgecilerin öğretilerine dayanarak kurulduğuna inandığından, genel anlamda bir Atlantis bağlantısından söz edilebilir.

 

MİNOS GİRİT

Girit adasında Knossos sarayında bir duvar resmi. Burada Minos kültürünün ayrılmaz bir parçası olan boğa üzerinden atlama sporu tasfir ediliyor.Atlantis efsanesini ilk kez ortaya koyan Platon Atlantis'deki boğa inancından söz etti.Bu da bazı araştırmacıların Atlantis'in aslında eski Girit uygarlığı olduğuğu gibi yanlış bir teori ileri sürmelerine neden oldu (Altta)

Girit'te Knossos'taki kraliyet Sarayı'nın bir bölümü. Bu ada doğu Akdeniz'dedir. 1900 yılında Sir Arthur Evans, kazı yapana kadar orada eski bir deniz uygarlığının bulunabilecği düşünülmüyordu. Birçok tutucu arkeolog, Atlantis uygarlığının aslında Minos uygarlığı olduğunu ileri sürüyordu. O zamanlar saray, 20.000 metre karelik bir alanı kaplardı. Ayrıca, çok gelişmiş bir su dağıtım ağı vardı. Fotoğrafta görünen aşağı doğru incelen sütun Minos mimarisinin tipik bir örneğidir. Yine, duvar Resimlerinde görülen sürahi taşıyan hizmetçilerin etekleri tümüyle Minos'a aittir. Bunun yanı sıra, Mısır'daki duvar Resimlerindeki elçilerin de aynı biçimde giyinmiş olması Atlantis efsanesinin kayağını ortaya koyuyor (Altta).

Minos uygarlığı, Solon'un Atlantis'e ilişkin bilgileri, Mısırlı rahiplerden aldığı yıldan 900 yıl önce, yıkıldı. Oysa, Platon Atlantis'in 9000 yıl önce yıkıldığını yazdı. Büyük bir olasılıkla Girit, Mısırlıların Keftiu diye bildikleri ülkeydi. Burası da, Mısırlıların sürekli ve düzenli ticari, politik ilişkileri olan bir yerdi. Mısırlılara göre, bu ülke çok uzakta, batıdaydı. Aynı zamanda Platon'un da, Kritias'ın da, anlattığı gibi, diğer adalara ve kıtaya ulaşmak için bir yoldu. Minos uygarlığının, Atlantis olduğu iddiasını birçok kişi benimsiyor. Bazı bilim adamları da, en çok bu teoriye ilgi gösteriyor. Girit veya Thera teorisine şiddetle karşı çıkanlardan biri de Alman bilim adamı Dr. Jürgen Spanuth'tur. Bu fikri destekleyenlerin çok büyük bir mantık hatası yaptıklarını belirtiyor. Çünkü ne Thera, ne de Girit, Atlantik'de değildir. Her iki ada da, büyük bir nehrin ağzında bulunmamaktadır. Her ikisi de, denize gömülüp, batmamıştır. Dr. Spanuth bu durumu, arkeolojide bir çatlak, ya da sönen bir balon olarak kabul ediyor.

TARTESSOS,GÜNEY İSPANYA-KUZEY FAS

Kutsal kitapta Tarşiş olarak geçen Tartessos, dönemin kral ve iktidar sahiplerine özellikle de Süleyman'a lüks maddeler sağlayan güçlü bir donanmaya sahipti. Tarşiş gemileri üç yılda bir kere altın, gümüş ve fil dişi, maymun, tavus kuşları ile yüklü olarak gelirlerdi. Ve kral Süleyman zenginlikçe ve hikmetce dünyanın bütün krallarından daha büyüktü. Herodotus da İ.Ö. beşinci yüzyıl) Hercules Sütunları'nın öte- sindeki, bir zamanlar, Atlantis'in bir parçası değilse eğer, bir sömürgesi sayılmış  olması gerken, Tartessos adlı büyük bir kentten söz eder. Ancak ada esrarengiz bir biçimde yok olmuştur. Buna doğal bir afetin mi, yoksa Kartacalılar'ın ani bir saldırısı ve yıkımının mı neden olduğu, tartışmaya açıktır. Tartessos'un Atlantis, hatta onun bir parçası olduğu konusunda bir hayli kuşkuluyum; büyük olasılıkla, komşu uluslarla ticaret sonucu zenginleşmiş önemsiz bir sömürgesiydi yalnızca.