TUNUS |
Birçok kâşif Tunus'a olası bir Atlantis mahalli olarak bakmışlardır. Alman arkeolog Dr. Paul Borchard 1926'da onu Gabes Körfezi'nde 'Küçük Sirte' olarak bilinen bölgeye yerleştirmişti. Borchard Schott el Hammeina tuz gölünün eski zamanlarda hem Atlantes Gölü, hem de Tritonis Gölü olarak bilinen yer olduğuyargısına varmıştı; bu ikinci ad, Hesiodos'a göre ebeveynleriyle birlikte denizin dibindeki altın bir sarayda yaşayan, Poseidon ile Amphititre'in oğlu Triton söylencesiyle bir ilintiyi çağrıştırmaktadır. Tritonis gölünün denize yakın tarafında Poseidon'un Adası olarak bilinen bir ada bulunmaktaydı, bu Borchard'ı doğru iz üzerinde olduğu konusunda daha da ikna etmiştir. Kalıntılardan bazılarını tarih öncesi bir kentin yıkıntıları olarak yorumladı, oysa bunların Roma kökenli olduğu, sonradan ortaya çıkacaktır.
Tunus tezinin destekçilerinden bir başkası, Alman arkeolog Dr. Albert Hermann, Borchard'ın düş kırıklığından etkilenmeksizin Tunus'un güneyinde Atlantis'i aramayı sürdürdü. Platon'un verdiği ölçülerin bir çeviri hatası nedeniyle yanıltıcı olduğu varsayımı üzerinde çalışarak, bir zamanlar ada olduğu düşünülen Tunus'un ortasındaki ovanın diğer tanımlara uygun düştüğünü öne sürdü. Yüce kentler, geniş kanallar ve büyük limanlar köy evleri, sulama kanalları ve küçük koylara indirgenmişlerdi. Kimilerinin kuramlarını kanıtlamak için ne denli ileri gidebildiği gerçekten de şaşırtıcıdır! Ne ki adı geçen bilim adamlarına adil olmak için, burada uzak geçmişte deniz altında kalarak yok olan güçlü bir krallığa değgin yerel bir söylentinin varlığına işaret etmek gerekir; ancak bölgenin büyük bölümü tarih öncesi çağlarda büyük değişimlere uğradığından, bu hiç de şaşırtıcı değildir.
BATI VE DOĞU AFRİKA |
Yorubaların okyanus tanrısı Olukun, Platon'un Poseidon'una birçok bakımdan benzemektedir. Yolculuklarından okyanusların ötesindeki esrarengiz uygarlıklara değgin esrarengiz öykülerle dönen Fenikeli denizcilerin imgelemini besleyenin Yoruba ülkesi ve Nijerya kıyılarındaki başka yerleşimleri olduğuna Alman arkeolog Leo Frobinius'u inandıran, başkalarının yanı sıra, bu gerçek olmuştur.Mısır kayıtlarına göre Fenikeli ve ibranilerin ender değerli taşlar, egzotik yağlar ve başka ticari mallar almak üzere donanmalarını gönderdiği efsanevi Punt ve Ophir toprakları,Afrika'nın doğu kıyalarında yer almaktaydı. Bu kentlere ilişkin masallar kimilerinin onları Atlantis kategorisi içine almalarına yol açmış olsa da, eski ada kıtanın yok olmasına yol açan türden felaketli bir sona uğradıkları konusunda pek kanıt yoktur. Dahası, bu öykülerin kaynağı onları Platon ve diğer Atlantis bilimcilerin sözünü ettiği tarihlerden çok sonrasına yerleştirmektedir ki; bu da Atlantis'in yeri olarak ciddi biçimde göz önünde bulundurulmalarını engellemektedir.
KUZEY DENİZİ |
Alman papaz ve alim Jurgen Spanuth, Platon'un öyküsünün buzlu sulara gömülen büyük bir kuzey uygarlığından söz ettiğine olan kesin inancıyla, Kuzey Denizi'nde Atlantis'e ilişkin belirtiler bulmak üzere bir sualtı keşfi örgütledi Spanuth uzun zaman önce yitmiş olan bu halkın, ayrıntıları Medinet Habu'da tapınağın du-varlarında betimlendiği üzere, I.Ö. 1200 dolaylarında Mısır'ı istila etmek için bir keşif kuvveti gönderen denizciler olduğuna inan-maktaydı. Frisya halklarının doğrulanmış olmakla birlikte, geleneksel tarihini aktaran Oera Linda Kitabı, Spanuth'un Atlantis of the North başlıklı kitabında yer alan bu öncülü ve diğer savları doğrular niteliktedir. Ama Spanuth'un dalgıçlarına dönelim: dişe dokunur bir şeyler bulabildiler mi? Heligoland yakınlarında, 45 ayak (13.7 metre) derinlikte siyah beyaz ve kırmızı renkte paralel kaya duvarlar bulundu ve bir süre sonra da dalgıçlar yüzeye Taş Devri tipinde çakmaktaşı aletler çıkardılar. Kayaların renk bileşimi, Spanuth'u Platon'un Atlantis'inin yerini bulduğuna iyice ikna etti; gerçekten de, kırmızı siyah beyaz kaya betimlemeleri başka ülkelerin, özellikle de Atlan ya da Aztlan'a ilişkin eski masalları aktaran Amerika söylencelerinde de geçmekteydi. Spanuth şunları söylüyor:
'Gökyüzü sütunları' -gösterdiğim gibi- kutup yıldızının altında dikilmektedir.Bu dünya sütunlarının Tanrısına Mısırlılar 'Tat', Grekler 'Atlas' ve Alman kavimleri 'Irmin' (Eddas'da Iormun olarak geçer) adını vermekteydiler. Tüm bu Tanrılar gökyüzünü taşıyan Tanrının kuzeyde bulunduğuna inanmaktaydılar. Mısırlılar bu nedenle ondan söz ederken 'Ben Tat'ın oğlu, uzak karanlıklarda doğmuş Tat'ım,' diyorlardı. Grekler Atlas hakkında şunları söylerlerdi:
Ve burada dikelir korkunç evleri
Karanlık Gecenin,
... Önlerinde
Iapetos oğlu Atlas,
Taşır uçsuz bucaksız gökyüzünü başının üzerinde
Ve yorulmak bilmez kollarıyla
Tutar onu...
HESIODOS, Theogony, 74613
Atlantik'in kuzeyinde, 'Kelt ülkesinin karşısında' bulunduğu söylenen Spanuth Hyperboreanlar'ın ülkesiyle ilgili Klasik Çağ'dan çeşitli alıntılarla görüşlerini desteklemeyi sürdürür. Platon'un anlattığı olayları da bir kuyruklu yıldızın (Platon'un Phaet hon'u?) yaklaşmasıyla hızlanan şiddetli doğal afetlerin iklimde dramatik değişimlere neden olduğu İ.Ö. on üçüncü yüzyılın ikinci yarısında geçtiğini ileri sürer. Dolayısıyla, I.Ö. on üçüncü yüzyıl sonlarına doğru (Atlantislilerin gerçekleştirdiği varsayılan) Mısır'a dek uzanıp, Atinalılar'ın, Platon'un da sözünü ettiği başarılı direnişleriyle savuşturulan büyük istila, W. Witter'e göre pekâla tarih öncesi "metalürjisinde uzman olan ve demir silahları ilk kullananlar arasında bulunan 'kuzeyli deniz insanları' ya da Frisyalılar tarafından gerçekleştirilmi olabilir.4 Spünuth'un vargıları pek çok Klasik Çağ tarihçisinin paylaştığı, Platon'un anlatısının iki farklı tarihsel döneme ilişkin olduğu yolundaki görüşe denk düşmektedir. Bir başka deyişle, filozof (ya da belki de Solon) Atina yıllıklarından bölümleri Mısırlı rahiplerin anlattığı kadim öyküye eklemiştir. Bu nedenledir ki, gönderme yapılan Mısır istilası tarihe uygundur ve Platon'un Atlantisliler olduğuna inandığı savaşçı halkı açıklamaktadır; aynı zamanda Atina'yı kurdukları varsayılan ve varlıklarını Mısır, Girit ve dönemin diğer kentlerinde de duyumsatan Frisyalılar öyküsüyle de örtüşür.
YUCATAN VE ORTA AMERİKA |
Bir çok bilim adamı, Maya sanat biçimleri, kültür ve bilimiyle. Eski mısır’ ınkiler arsında her iki ulusun tek bir kaynaktan Atlantis’ den esinlenmiş olabileceğini varsayacak kadar fazla koşutluk bulunuyor. Maya yıllıklarından devraldığımız endeğerli belge lerden biri, British Museum'daki CodexTroanus'dur. İki eski Fransızamerikanist'i Abbe Brasseur de Bourbourgve Auguste LePlongeon bu kitabın Abbe'ye göre sonunda ada kıtayı yok eden afete ilişkin çarpıcı bir tanıklık oluşturan bir bölümünü çözdüklerini öne sürmüşlerdir. Neki,sözü edilen ülkeler Mu ve Moud'dur ve bu olay için verilent arih, kitabın derlenişi nin 8060 yıl öncesidir. Şöyle denmektedir metinde;
Zacayının on birinci Muluk'unda,Çan'ın altıncı günü,Chuen'in onüçüne dek süren korkunç depremler oldu. Kil Tepeler Ülkesi Mu ve Moud bu felaketin kurbanıydılar. iki kez sarsıldılar ve bir gecede yok oldular. Yeraltı güçleri yerkabuğunu, basınca dayanamaz,hale gelip derin yarıklarla birbirinden ayrılana dek yükseltip alçalttı. Nihayet her iki bölgede bu korkunç basınca dayanamayıp 64.000.000'luk nüfusuyla birlikte okyanusun dibine gömüldü.
Bu olay,8060 yıl önce gerçekleşti.
Bilimsel kuruluşlar, Meksika'da Xochicalco piramidindeki bir yazıyı çözmek için eski Mısır hiyeratik yazısından yararlanan ve Okyanusta bir kara yok oldu ve yerlileri de ölüp toza dönüştüler ifadesini okuduğunu öne süren Le Plongeon'un benzer 'keşfi' gibi kuşkuyla karşılanmıştır.
Braghine son buzul döneminde önceki uzak çağda yer yüzünde sonraki kuşakları bir hayli etkileyen tek bir kavmin yaşadığı kanısındadır. Bu bilinmeyen kavmin Atlantisliler olduğunu düşünmez, ki ben de bu görüşü paylaşıyorum. Söylenceye göre Atlantis kıtası bir zamanlar Pasifik Okyanusu boyunca uzanan ve Mu (Anavatan?) adı verilen daha büyük bir kara kütlesinin bir parçasıydı; bu kıtaya sonradan bilim adamı Sclater Lemuria adını vermiştir.
TIAHUANACO |
Günümüzden 12.000 yıl önce, dev Tiahuanaco kenti And platosundan 2mil (3 kilometre) denize uzanan, hareketli bir liman kentiydi. Aralarında Arthur Poznansky' ninde bulunduğu birkaç uzman, “çevreleyen dağların uçsuz bucaksız yayılımında kireçleşmiş tuzlu su bitkilerinin varlığıyla desteklenen bu şaşırtıcı kuramı öne sürdüler. Kalıntıların mimarisi astronomi bilgisine işaret etmekteydi, çanak-çömlek ve diğer buluntulardaki tarihöncesi hayvan betimlemelerin de bunun dünyanın ilk uygarlıklarından biri olduğunu doğrular gözükmekteydi. Ama, bu Atlantis miydi ? Sanmıyorum. Kuşkusuz mevcut ve eski konumlan, Brasseur de Bourbourg'un Codexi Thoanus'dan çıkardığım öne sürdüğüm bilgileri doğrular niteliktedir; buda kurnaz Abbe'nin,uzmanların inanmamızıistediği kadar safdil olmadığını getirmektedir akla!
BREZİLYA |
Dünya ekseninin birkez daha eğilip de şimdi soğuk olan ülkelerin ısınmasına ve tersine yol açması durumunda neler olacağını sık sık düşünmüşümdür. Brezilya ormanlarında çalışma yapan arkeologlar için ne şaşırtıcı olurdu! Charles Berlitz aşağıdaki ilginç gözlemde bulunmaktadır:
Brezilya adı, okyanusun öte yakasındaki kültürlerle paylaşılan garip bir anı yada bilgileri çağrıştırmaktadır. Amerika'nın keşfinden önce Batı Avrupa'da yaygın kimi söylencelere göre, Brezilya yada Hy Brazil Atlantik'in ötesindeki keşfedilmemiş bir ülkenin adıydı. Brezilya keşfedildiğinde söylencedeki adla anılmaya başladı. Ama bu adda bir mesaj gizliydi sanki; B-R-Z-L
İbranice ve bir zamanlar Mezopotamya ve Levant'da yaygın olan Arami dilinde demir anlamına gelmektedir. Brezilya'nın dünyanın en zengin demir yataklarına sahip olduğu ise, sonradan anlaşılacaktı. Yine de, Brezilya'yı Atlantis olarak görmüyorum. Mu yada onun bir parçası olabilir, belki; ama Atlantis, hayır.
ANTARTİKA |
Garip gelebilir, ama bu varsayımı bir hayli mantıksal buluyorum. Zaten, Frisya kayıtlarına göre, Kuzey Avrupa ve Grönland'ın belirli kesimleri, ılıman bir iklime sahipti; Hapgood' un haritaları da Antarktika'nın o dönemler buzlarla kaplı olmadığını göstermektedir; bu durumda, denizci bir kültürün gelişip serpilmesi için uygun bir ortam olabileceklerdir.
İçinde bulunduğumuz yüzyılda, binlerce yıl öncesine dayanan, ve bir kısmında Antarktika'nın buzlardan arınmış olarak gösterildiği çizimlerden kopya edilmiş haritalar keşfedilmiştir (bkz.11.Bölüm).Neden olmasın? Eğer kutupların konumu sapmaya uğra
mışsa,ki buna kesinlikle inanıyorum, bugün buzlarla kaplı olan yerler ılıman bir iklime sahipken,sözü çok edilen'buzul çağları'günümüzün ılıman bölgelerini etkilemiş olabilir. Bunun Atlantis'in konumu konusunda yepyeni bir araştırma alanı açacağının bilin-cin deyim; bu konuya kısa bir süre sonra yeniden döneceğiz.
SAHRA ÇÖLÜ |
Sahra bir zamanlar bir okyanusun bir parçası olup; sonradan göle,ardından da insan yerleşimine uygun yeşillik bir alana dönüştü.Berlitz'e göre,1981Kasım'ında Columbia uzay gemisiyle125mil (201kilometre) yükseklikten yapılan ve Mısır'ın güneybatısıyla Sudan'da 30mil (48km.)yada daha fazla bir alanı kapsayan radar taramasında,alınan sonuçlar bilgisayar teknikleriyle değerlendirildiğinde, şaşırtıcı bulgular vermektedir. Güneyden batıya doğru akan, kimileri Nil kadar geniş ırmak yatakları gömülüdür günümüzün çölünde.Tüm bunlar,Sahra'nın bir zamanlar bitek ve kalabalık nüfuslu bir bölge olduğu yolundaki söylenceleri doğrulamaktadır.
Kuzey Afrika'da kimileri son derece şiddetli değişimler gerçekleştiğinden,tarihçilerin sülale öncesi Mısır'da olup bitenler konusunda bizeanlattıkların aihtiyatla kulak vermekgerekir. Yeni buluşlar tüm kitapların yeniden yazılmasını gerektirebilecektir!Tüm bunlara karşın, Sahra bölgesinde Atlantis tipi bir uygarlığa değgin Platon'unanlatığı ve başka ülkelerin mitoslarının doğruladığı ölçekte pek delil bulunmamaktadır. Berlitz Kont Byron Kuhnde Porok'un (MysteriousSakara) Sahra'nın en az bilinen bölgelerinde buralarda yaşayan çöl kabileleri arasında Atlantis'e ilişkini puçları aradığını, ancak,Tuaregler'in,kendi dillerinin yanı sıra çok eski bir dili konuşa bildiklerinin dışında bir şey bulup bulmadığının belli olmadığını aktarır. Sahra'da Atlantis? Hiç sanmıyorum.
ATLANTİK OKYANUSU |
Atlantis için birkaç alternatif konumu inceledikten sonra, en gözde konumlandırılışı olan Atlantik Okyanusu'nun lehte ve aleyhteki noktalarına çevirelim bakışlarımızı. Adını verdiği (ya da kimi bilimadamlarına göre tersi) okyanusta Atlantis'i aramak, genelde arkeologların ve okyanusbilimcilerin alaycılığı ve bir hayli de hoşgörüsüzlüğüyle karşılanmaktadır. Tartışmasız bir üne kavuşmuş bilimadamları dahi, Atlantis konusunu sorgulamaya ya da bu konuda ciddi araştırmalara kalkıştıklarında 'çılgın marjinallere' katılmış sayılmaktadırlar. Bu tutum, Platon'cu araştırmalar uzmanı N. Susemihl'in şu kestirme sözlerinde özetlenmektedir:
'"Atlantis konusunda söylenenlerin katalogu, insan deliliğinin araştırmasında zengin bir kaynakça oluşturmaktadır.' Bunun anlamı şudur: kendi (ya da kurulu düzenin) görüşlerinin dışına çıkan herkes, toplum için zararlı sayılmasa da, tedaviye muhtaçtır!" Profesör Hans Eysenck ve Dr. Carl Sargent'in Explaining the Unexplained'de. büyük bilim adamı Hermann von Hemholtz'un aşağıdaki sözlerine dayanarak rasyonel inanç psikolojisine ilişkin olarak yaptıkları yorum geliyor aklıma:
"Ne Kraliyet Akademisi mensupları, ve hatta ne de kendi duyumlarım beni kişiden kişiye bilinen duyum kanalları dışına düşünce aktarımı konusunda ikna edebilir...Bu konuda kesin kararlıyım ve bu fikrimi hiçbir kanıt değiştiremez !" (Öte yandan, farklı ölçekte bir bilimadamı olan Einstein'a, bir keresinde 'Buluşlarınızı nasıl yapıyorsunuz?' diye sorulduğunda, "Mevcut bilimadamları toplanıp bir şeyin olanaksız olduğuna karar verdikleri zaman bir tanesi geç gelir ve olanaksız olanı çözümler", yanıtını vermişti. Bundan çıkarılabilecek sonuç şudur: insanların çoğu, ki buna bilimadamları da dahildir, kolektif tarafından koşullandırılmışlardır (ben 'programlanmışlardır' terimini yeğliyorum) ve bu grup düşünüşünden kopmak, ya da Jung'un deyişiyle bireyleşmek için gözüpek biri olmak gerekiyor. Einstein'ın bizi yeniden Atlantis'e döndüren bir başka ünlü deyişi de, "İmgelem bilgiden, büyüktür"
4. BÖLÜM ATLANTİS VE BİLİMSEL KANITLAR |
DENİZ YATAĞINDAKİ KANITLAR |
Akıl, deneysel araştırmaları tümüyle dikkate almamızı gerektirmektedir; şu halde Eski Ülke'nin Neptune'ün derin mağaralarında yatıyor olmasını destekleyen ve bunun tersini gösteren kanıtlar nelerdir? Örneğin; okyanusun yatağında, Platon'un öyküsünde bir gerçeklik payı bulunduğunu gösterir somut kanıtlar var mıdır? Ignatius Donnelly, yaşamı boyunca (1901'de öldü) deniz yatağında Platon'un adasının Atlantik'in dibinde yattığını ve Azor adalarının en yüksek dağlan olduğunu gösterir bolca kanıt bulunduğunu belirtmiştir öyle diyordu:
Birçok ulusun gemileri deniz dibini radarla taradılar; ABD gemisi Dolphin, Alman frigati Gazelle ve Britanya gemileri Hydra, Porcupine ve Challenger Atlantik dibinin haritasını çıkardılar; sonuçta Britanya Adaları kıyısındaki bir noktadan güneye, Güneş Amerika kıyılarındaki Orange Burnu'na doğru uzanan, buradan güneydoğuya doğru yönelerek Afrika kıyılarını bulan, ardından da güneye, Tristan d'Acunha'ya yönelen büyük bir yükselti bulundu. (Bkz. şekil 6)... Çevresindeki Atlantik derinliklerinin 9000 ayak (2743 m.) kadar üzerinde yükselmekte
' dir; Azor adaları, St. Paul Kayalıkları, Ascension ve Tristan d'Acunha'da okyanusun yüzeyine erişir. (Bkz. şekil 7). Bu yükseltinin bir zamanlar kara olduğuna ilişkin kanıtlar 'yüzeyindeki engebelerin, dağ ve vadilerin yapısının hiçbir çökelti kuralına uygun olmayışı ve ancak su düzeyinin üzerinde etkin olan etkenlercc oluşturmuş olabileceği gerçeğinde' yatmakladır. {Scienific American, 28 Temmuz 1877). Donnelly'nin kitabı yayınlandığı sıralar Büyük Britanya başkanı olan William Gladstone. Atlantis'e daha önceleri de inanmasına karşın kitaptan öylesine etkilenmişti ki Donnelly'e bir takdir mektubu gönderip Parlamento'dan batık kıtanın araştırılması için Kraliyet Donanması'nın kullanımına yetki verilmesini talep etti. Ne var ki. Majesteleri'nin donanması o dönemlerde daha acil başka konularla ilgilendiğinden, dönemin iklimi Atlantis konusunda yeni bulgular için bir hayli elverişli olduğundan, ne yazık ki bu talep yerine getirilemedi:
KITALARIN SÜRÜKLENMESİ |
Brasseur de Bourbourg'un çevirdiği Orta Amerika kitapları, Amerika kıtasının bir kesiminin eskiden Atlantik Okyanusu'na doğru uzandığını ileri sürmektedir ki, bu inanç Challenger’in keşifleriyle de doğrulanmıştır. Bunlar Dolphin Sırtı'nın Güney Amerika'nın, Amazon'un ağzının kuzeyindeki kıyılarına bağlandığına ilişkin kanıtları getirmiştir ortaya. Donnelly. kendi dönemi jeologlarının Amerika ve Avrupa'yı oluşturan karanın bir zamanlar şimdi Atlantik Okyanusu'nun kapsadığı mekanda konumlandığı konusunda görüşbirliği içinde olduklarını söyler. Bu da bizi Atlantik'in yerinde bir zamanlar bir kıta olduğu görüşü aleyhindeki en önemli tezlerden birine getirmektedir: Wegener'in kıtaların kayması kuramı. Jeologlar 200 milyon yıl kadar önceki ayrılmalarının evvelinde, yeryüzünün tüm kıtalarının, bugün jeolojide Pangaea (Grekçe 'tüm yeryüzü' anlamına gelen sözcükten) adı verilen tek bir kara kütlesi oluşturduğunainanmaktadırlar.Paleozoik Çağ sonlarında,Pangaea
Afrika, Güney Amerika, Hindistan, Arabistan, Avustralya, Madagaskar, Yeni Gine, Malay Yarımadası, Endonezya, ve Antarktika'dan oluşan varsayımsal güney kesimi Gondwanaland ile, Kuzey Amerika, Grönland, Avrupa ve Asya'dan (Hindistan alt kıtası dışında) oluşan kuzey kesimi, Lurasia olarak ikiye bölünmüştür. Mesozoik Çağ'da Lurasia da Kuzey Amerika ve Avrasya olarak ikiye ayrıldı. Alman zoolog Ernst Haeckel, Gondwanaland'ın efsanevi Lemuria kıtası okluğunu düşünmekteydi; ne var ki mitolojik Lemuria ya da Mu'nun çok daha küçük olması ve büyük olasılıkla da, Güney Amerika'nın batı kıyısı yakınlarında uzanması daha akla yakındır. Yeryüzünün dış kabuğu yada litosferin altında, durgun konveksiyon akıntılarının Pangaea'ya basınç yaparak kıtayı ikiye ayırdıkları, astenosfer adı verilen erimiş bir tabaka bulunmaktadır. Litosfer sürekli ve ölçülebilir devinimlerle birbirine çarpan, uzaklaşan, bir dizi sert plakadan oluşmaktadır. Kıta plakaları çarpıştığında, yerkabuğu sıkışmaya uğrar ve dağlar oluşur; erimiş kaya okyanus tabanındaki yarıktan yeni litosfer oluşturacak biçimde yükseldiğindeyse. okyanus sırtı oluşur. Jeologlar esas olarak silis ve magnezyum içeren kayalardan oluşan okyanus kabuğuna sima adı verirler: silis ve alüminyum bakımından zengin kara kabuğu ise sial olarak anılır. Alman jeolog Dr. Alfred Wegener (1880-1930) 1912'de kıtaların sürüklenmesi kuramına ilişkin ilk ipuçlarını bulup kuramını ifadelendirdiğinde, pek ciddiye alınmadı. Wegener Eski Üçüncü Zaman'da Eski ve Yeni Dünyalar arasında geniş bir su kütlesinin bulunmadığını, bunların sonradan günümüz haritalarında kıtalar olarak gösterilen iki platformu oluşturmak üzere bölünen tek bir türdeş kıtayı meydana getirdiklerini ileri sürmüştü. Dünya ekseninde zaman zaman ortaya çıkan kaymaların kıtaların kaymasına yeni bir yön verdiğini de ileri sürüp buna kanıt olarak kıtaların batıya doğru hareketinigösterdi. 1972'de Los Angeles'deki California Üniversitesi'nden Dr. Leon Knopoff ve Dr. A. Leed, Science'daon ana yerkabuğu plakasının devinimlerini sergileyip, batıya doğru kayma eğilimini doğruladılar. Belli ki, geçmişte kıtaların hareketleri kuzey ve güney yönündeydi ve mevcut dönüşle ilintisizdi. Jeffrey Goodman, The Earthquake Generation adlı kitabında şunları yazmaktaydı: 'Kutup kaymasının açıklayabileceği en önemli anormalliklerden biri, yeryüzünün manyetik eksenindeki değişimdir,' ve ABD Coğrafya Derneği'nin önde gelen üç bilimadamı Dr. Allan Cox, Brent Dalrymple ve Richard Doell'den şunu aktarır: 'Yüzyıllık bir araştırmanın sonunda, yeryüzünün manyetik alanı gezegene ilişkin olgular arasındaen iyi betimlenipen az anlaşılanı olarak kalmıştır.' Ne ki. modern bilim adamlarından çoğunu Atlantis kuramı konusunda gerçekten kaygılandıran, kıtanın, tedrici jeoloji ve Sir Charles Lyell'in yeryüzündeki değişimlerin yalnızca anlık kuvvetlerce gerçekleştirildiği yolundaki kuramına ters düşecek biçimde büyük bir hızla batmış olması gerektiğiydi. Bu fikirler bir yüzyıl boyunca son derece yaygındı.
Yandaşları Hollanda kıyısında kaydedilenler benzeri büyük batmaların okyanus ortasında hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğine ve ufak tefek adaların zaman zaman batıp çıkmasına karşın, Platon'un adanın apansız batışı konusunda anlattıklarına benzer bir şeyin, yalnızca akılalmaz değil, aynı zamanda Fransız jeolog Georges Cuvier'in (1769-1832) felaket kuramının sorumsuzca tersçevrilmesiolduğuna kesinkes inanmaktaydılar. Otto Muck üst platformların alttaki daha yoğun, plastik-sima üzerine ağır ağır devindiği konusundaki genel kanıyı kabul etmekle birlikte,bunlarınsimada buzullarınsu yüzeyinde değindiği gibi
Şekil 9. Kıta sahanlıkları Atlantik sırlına uymaktadır. Dikdörtgen koşut projeksiyonda harita, sahanlıkların kıtaların sürüklenmeye başlamasından önce, Üçüncü Zaman başlarındaki konumunu göstermektedir. Sahanlıklar Atlantik Sırtı'nın kenarlarında tam örtüşmektedir. Yalnızca Kuzey Amerika havzasındaki siyah parça kara parçasının sonradan çöktüğüne işaret eder.
Şekil 10. Kıta sahanlıkları uyuşmamaktadır. Wegener'in çizimlerinin tersine, sahanlıklar yalnızca Güney Atlantik'de Güney Amerika ve Afrika) örtüşmekte, Kuzey Atlantik'de örtüşmemektedir. Bu da Atlantis sorununda önemli bir rol oynar. Burada, Meksika'nın yapısal havzasının (M), kuzeydoğusunda bir delik, Afrika ve Avrupa'yla Kanada arasında yeralmaktadır. Kuzey Atlantik'deki sahanlıklar Atlantik Sırtı dikkate alınmadıkça örtüşmemektedir.
devinmediklerini, çünkü simanın yüksek çekim gücüyle bağlı olduklarına işaret etmektedir. Platformlar kaydığında, daha sert olan sialin sakızsı simaya bağlı olduğu yerlerde Önemli miktarda sürtünme gücü açığa çıkar ki bu da sürüklenme mekanizmasını görüldüğünden daha zor, etkilerini daha güçlü kılmaktadır. Avrupa, Amerika ve Grönland kıtalarının ayrılmasının tam olarak ölçülendiğini ve Atlantik Okyanusu'nun tedrici biçimde genişlediğini gösterdiklerinide kaydetmektedir. Wegener okuluna göre. Atlantis Kanada Avrasya sahanlığı arasında. Üçüncü Zaman Öncesinde var olan bir kara köprüsünü çağrıştırmaktadır. Sahanlıklar birbirinden ayrıldığında, doğrudan bağlantı kopmuş ve söylence biçimlenmişti. Wegener'in kurgusunun gerisindeki kuram, böylesine açık biçimde ifadelendirilnıekle birlikte, kıta kütlelerinin ayrılmasına Sahanlıklar arasındaki kırılmanın neden olduğu yolundadır. Dolayısıyla, yeniden bir araya getirilseler, bir bilmecenin parçalan gibi yerlerine oturacaklardır. Ne ki, şekil 9'da görüldüğü gibi. Kuzey Atlantik kıyıları bize bu örtüşmeyi vermez; bölgede, adeta yitik bir parçanın varlığını gösteren bir 'delik' bulunmaktadır. Bu şekli şelflerin. Üçüncü Zaman başlarında, kıtaların sürüklenmesinden önceki konumunu gösteren İekil 10 ile kıyaslayın. Muck şöyle demektedir: 'Şelfler Atlantik Sırtı kenarlarında birbirine gayet iyi oturmaktadır. Ancak Kuzey Amerika havzasındaki kara leke. bir kara parçasının sonradan çöktüğüne işaret eder. Platon tartışmasız biçimde Atlantis"in büyük bir ada olduğunu öne sürer: bu. Wegener'in dilinde, küçük bir kıta sahanlığıdır!
Telgraf Platosu, adını, 1898'de döşenen Atlantik aşırı telgraf kablosunun Paris'in 47 derece Kuzey ve 29 derece Batısı'nda, yani Azor adalarının 500 mil kadar kuzeyinde aniden kopup uçlarının dipsiz gibi görünen okyanus boşluğunda yitip gitmesi olayından alır (bkz. Şekil 6). Kablonun uçlarını Brest ve Cod Burnu arasında arayan bir kablo döşeme gemisi bunları sonunda, bir hayli güçlükle bulmayı başardı. Aramalar sırasında, Azorlar'ın 1000 mil (1609 km.) kuzeyinde deniz dibinin 10.170 ayak'ı (3100 m.) bulduğu ve dağlık bir vadi oluşturduğu ortaya çıktı. Okyanus yatağının taranmasından camsı lav parçaları elde edildi; bulunan iri kaya parçası bir Paris müzesinde sergilenmektedir. Muck dönemin Okyanusbilim Enstitüsü müdürü ve gerek ülkesinin gerekse dünyanın en tanınmış okyanus bilimcilerinden olan Paul Termier tarafından ancak on beş yıl sonra incelendiğini kaydetmektedir. Termier bulgularını Okyanusbilim Enstitüsü'nde verdiği 'Atlantis' konulu bir konferasta sundu. Muck. Termierin verdiği ilginç sonuçları şöylece özetlemektedir:
"lk olarak, örnek, volkanik kökenlidir. Okyanus yatağının büyük bölümü lavlarla kaplıydı. Örneğin bir parçasını oluşturduğu lav akışının olabilmesi için Telgraf Platosu bölgesinde bol miklarda volkanik patlamanın gerçekleşmiş olması gerekir. İkinci olarak, örnek şekilsiz, camsı ve krislalsi olmayan bir yapıdaydı. Suyun dibinde değil, açık havada katılaşmış olmalı... Ancak suyun üzerindeki bir volkandan püskürtülmüş olabilir, suyun altından değil. Okyanus yatağının büyük bölümünü kaplayan lavlar eski kara volkanlarından çıkmış olmalı... (Bu konuda yanılmaktaydı: sonradan camsı niteliğin kabuktan çıkan lavda mevcut gazların sonucu olduğu anlaşılmıştır. Ancak bazalt büyük bir patlamanın sonucu olarak deniz, yatağındaydı.) Üçüncü olarak, tüm bölge ya patlama anında, ya da çok kısa bir süre sonra 6560 ayaklan (2000 metre) derine batmış olmalı. Dolayısıyla örnek, Atlantik'in ortasında bir tarih öncesi faciasının kanıtı gibi durmakladır. Dördüncü olarak, örnek, minerolojik sınıflandırmaya göre bir bazalttı. Bazalt deniz suyunda 15.000 yıl içinde erir. Ancak buluntunun hatları son derece keskindi ve adeta dokunulmamıştı. Dolayısıyla Atlantik'deki afet günümüzden 15000 yıl öncesinden daha az. bir süre önce gerçekleşmiş olmalı. Bir başka deyişle, l.Ö. 13000ya da daha sonrasında".
Muck bunu Platon'un verdiği, Solomdan 9000 yıl öncesi tarihine, yani İ.Ö. 10.000 yılına denk görmektedir; bu tarihd ördüncü Zaman sonlarının jeolojik hesaplamaları ortalamasına da uygun düşmektedir
On dokuzuncu yüzyıl Alman jeologu Hartung, karşı savlarını 1860'larda Azor adalarına yaptığı gezide gördüğü, adanın başka taraflarında bulunmayan bir kaya tipi üzerine temellendirerek Termier'nin tahminlerinin geçersizliğini ilan etti. Hartung bu kayaların başka bir yerden koparak buzullarca taşınıp yığıldığını öne sürdü. Kayaların Azor adalarının şimdiki kıyılarında bulunmasının bu bölgede buzul sonrası dönemde esaslı bir düzey değişikliği olmadığını kanıtladığını belirtiyordu. İsveçli kâşif Högbom ve diğerleri de, Azor bölgesinde bir felaketin olma olasılığının bulunmadığını, böylesi bir olayın yol açacağı düzey farklılığının Hartung'un savıyla olasılıkdışı kaldığını öne sürdüler. Üzerinde biraz düşünülecek olursa, Hartung'un kuramı Termier'ninkini çürütmekten (hatta onunla çelişmekten) çok uzaktır. Bir kere, buzul sonrası çözülme döneminde, devasa buzul tabakası parçalanıp parçalan güneye doğru sürüklenmeye başladığında, Atlantis, geriye parçaları yakalamak üzere Azor takımadalarını bırakarak zaten çoktan yok olmuştu. Dolayısıyla jeolojik göstergeler Azor bölgesindeki çökmenin hızlı olması gerektiğine işaret etmektedir; Muck'un da gösterdiği gibi,
Termier'in varsaydığı çökme buzul sonrası dönemde uzun bir zaman dilimine yayılan tedrici bir süreç olsaydı, bu uzun süreçte buzulların taşıdığı bloklar, Azor adalarının şimdiki kıyılarında değil, günümüzde sular altında kalmış olan eski kıyı hattında birikirdi.
Yakın zaman Önceki keşiflerde toplanan kaya örnekleri, Termier'nin buluşlarını destekler niteliktedir. Sovyet Bilimler Akademisi'nden Dr. Maria Klenova, Azorlar'ın kuzeyinde 6600 ayak (2012 metre) derinlikten çıkartılan kaya örneklerini inceledi ve kayanın yaklaşık 15.000 yıl önce atmosfer basıncı altında oluştuğu kanısına vardı. Benzer şekilde, Duke Üniversitesi de, keşif kollarının Venezüella'yla Virgin Adaları arasındaki bir sualtı köprüsünden çıkardıkları granit kaya örneklerin iaraştırmacıların ilgisine sundu.Önde gelen ABD'li okyanus bilimcilerden Dr. Bruce Heezen bu bulguyu değerlendirirken şunları söylemektedir:
"Günümüze dek jeologlar genel olarak granit ya da asit kayaların kıtalara özgü olduğunu ve yerkabuğunun deniz altında kalan bölümlerinin daha ağır bazalt kayalarından oluştuğunu düşünürlerdi. Dolayısıyla, açık renkli granit kayaların bulunması, doğu Karayipler bölgesinde eskiden mevcut olan bir kıtanın sonradan battığı ve bu kayaların yitik kıtanın çekirdeğini temsil ettiği yolundaki eski kuramı destekleyebilir".
KAPTAN JESMOND UN GÖRDÜKLERİ |
Bermuda Üçgeni ve Atlantis ile ilgili Kitapları ile ünlenen Charles Berlitz, Sicilya, Messina'dan New Orleans'a kuru yemiş taşıyan 1495 tonluk İngiliz ticaret gemisi SS Jesmond'a ilişkin şu büyüleyici öyküyü anlatır.
Geminin kaptanı, David Robson'du (Kraliçe'nin Ticaret Filosu'nda Kaptanlık Berat no: 27911). Jesmond 1882 Mart'ında Cebelitarık Boğazı'ndan geçerek açık denize çıktı. Madeira'nın batısının 200 mil (322 kilometre) kadar uzağında, Azor adalarının güneyine de bir o kadar mesafede, 3 de rece. 25 Kuzey 28 derece 40,Batıda. mürettebat deniz yüzeyinde çok miktarda ölü balığın yüzdüğünü ve yüzeyin aşın çamurlu olduğunu kaydetti; adeta bir sualtı patlaması çok sayıda balığın ölmesine neden olmuş ve okyanus dibinden önemli miktarda kumu kaldırmıştı. O akşam üzeri, ufakta bir duman gördüler, kaptan bunun bir gemi olduğunu düşündü. Ancak ertesi gün balık sürüsü daha yoğunlaşmıştı ve ufuktaki dumanın, haritalara göre karadan çok uzak olması gereken batı kesimindeki tepelerden yükseldiği açıkça fark ediliyordu. Ada'nın yakınlarına geldiklerinde Kaptan Robson 12 mil (19 km.) açıkta demir attı. Ancak haritalara göre binlerce metre derinlikte olmaları gerekirken, demir yirmi sekiz metrederinlikte dibi buldu. Meraka kapılan Robson, kıyıya bir ekip gönderdi. Volkanik kalıntılarla kaplı, ama kum, ağaç ya da herhangi bir bitkiden yoksun, sanki denizden yeni yükselmiş bir adada buldular kendilerini.Ortalıkta görüşlerini engelleyecek bir şey bulunmadığından, biraz uzakta, gerisinde dumanı tüten dağların bulunduğu bir plato gördüler. İçeriye doğru ilerlemeye çalıştılarsada, derin yarıklar yol almalarını güçleştiriyordu. Denizcilerden biri bir ok başına benzeyen bir nesne bulduğunda, kaptan mürettebatın başka arkeolojik buluntuları arayabilmes iiçin gemiden kazma ve kürekler getirtti. Gemi daha sonra New Orleans'a vardığında, Robson. Times Picayune muhabirine mürettebatıyla birlikte kütlesel duvarların Salıntılarına rastladıklarını anlatacaktı. İki günlük kazının sonunda bu duvarların yakınında şunları bulmuşlardı: Tunç kılıçlar, yüzükler, çekiçler, insan başı kabartmaları, kus ve hayvan figürleri, için de kemik parçaları bulunan iki vazo ya da kavanoz, hemen bütün bir kafatası... (ve) taştan bir lahit içinde, volkanik çökeltilerle taşlaşmış insan mumyasına benzeyen bir şey. Birkaç gazetecinin. Kaptan Robson'uh ilginç buluntularını inceleme fırsatı bulduğu bellidir; Kaptan bunları British Museum'a vermeyi düşündüğünü belirtiyordu. Ne yazık ki. Jesmond'un seyir defteri geminin sahibi Watts, atts ve Sti.'nin bürosuyla birlikle 1940 Eylül ündeki Londra saldırısında yok olmuştur. British Museum da koleksiyonun giriş kaydı bulunmamaktadır. ne var ki karanlık bir mahzen ya da unutulmuş bir depoda keşfedilmeleri umudu tümden vok olmuş değildir. Robson'un, esrarengiz ada konusundaki öyküsü başka kaynaklarca da desteklenmiştir.
Aynı dönemde Westbourne buharlı gemisiyle Marsilya'dan New York'a giden Kaptan James Newdick, New York'a vardığında. 25 derece. 30' Kuzey 24' dereceBatı koordinatla rında haritalarda bulunmayan, büyük bir ada gördüğünü bildirmiştir. Bu haber I Nisan 1882 tarihli New York Post'da yer almıştır. Berlitz iki kaptanın verdiği koordinatlar doğruysa, esrarengiz adanın 20x30 mil (32x48 km) genişliğinde olması gerektiğini ileri sürer. Su yüzeyindeki balıklar başka gemilerce de kaydedilmiş ve bazı aç denizcilerce, iyi durumda oldukları belirtilmiştir. Bu da Ölümlerinin bir salgın hastalıknedeniyle değil, ani olduğuna işareteder. Ne ki, 'tunç araçlara'yapılan gönderme, kimi sorular uyandırmaktadır. Tunç Devri, Taş ve Demir Devirleri arasında, İ.Ö. 3000 yıllarında Mezopotamya kent devletlerinde bulunduğu varsayılan tunçtan yapılma araçların damgasını vurduğu çağa verilen addır. Yazarların çoğu Atlantis'i tarih öncesi sahnesinde çok daha gerilere yerleştirdiğinden, bu muamma için iki olası çözüm düşünülebilir. Bunlardan ilki, Atlantisliler'in Mezopotamya'da ortaya çıkışından yüzyıllar önce tuncu bildikleri savıdır; ikincisiyse, Robson ve mürettebatının bulunduğu avadanlıkların bir batıktan çıkmış olabileceğidir,ne ki, lahit bu olasılığı bir hayli zayıflatmaktadır. Tunç çağının kendisi, araştırıcılar arasında bir hayli soru uyandırmıştır. Tunç avadanlıklara hemen tüm Avrupa'da rastlanmaktadır; ne ki en yoğun oldukları bölgeler İrlanda ve İskandinavya'dır. İmalatçıları açısından, bir hayli gelişkinliğe ve uygarlığa işaret ederler ki bu da, bu bilginin nereden kaynaklandığı konusunda bir sürü tartışmaya neden olmuştur. Ignatius Donnelly. Sir John Lubbock'un (Prehistoric Times, s. 59) şu sözlerini aktarır: 'Bakır ve kalaydan yapılma avadanlıkların bulunmayışı, tunç imali sanatının Avrupa'da keşfedilmeyip, dışarıdan getirildiğini düşündürmektedir.' Kaptan Robson'un 'Atlantis' duvarlarına ilişkin kısa gözleminden sonra, Atlantik'in çeşitli bölgelerinden yapı, duvar, yol ve başka sualtı buluntularına ilişkin artan sayıda haber gelmeye başlamıştır. Atlantik üzerinde uçan pilotlar, yapı grupları ya da kentler, kemerli yollar ve piramitler gördüklerini bildirmişlerdir. Akşam üzeri belli saatlerde, güneş ışınları belli bir eğimde vurduğu zaman, denizde yakamoz miktarı azsa, okyanusun belirli bölümlerinin belirli açılarda eski insan yerleşimlerinin görülebilmesine izin verecek kertede net olduğu anlaşılmaktadır. Ne ki, programlı uçuşlar gerçekleştirmek zorunda olan pilotlar, genellikle rotalarını terk edip bu türden olguları araştırmaya kalkışamazlar; dolayısıyla gördüklerinin gerçekliğine ne denli yemin ederlerse etsinler, savları genellikle uçuş yorgunluğuna, sanrılara ya da yalnızca görmeye niyetlendiklerinigördüklerine yorulur. Bahama sahanlığıya da Meksika'nın Karayipler'e bakan kıyıarında eski bir yerleşim olasılığına işaret eden hava fotoğraflarının çekilmiş olmasına karşın, Atlantik ortasında batık bir kıtanın yer aldığı konusunda henüz somut bir kanıt bulunabilmiş değildir. Ancak, bu bölgede okyanus yatağı konusunda rutin araştırmalar yapan okyanusbilimcilerin sualtı kameralarıyla çektikleri fotoğraflar inandırıcı malzemeler sağlamaktadır. Söz konusu gemi ve okyanusbilimciler,SSCB'ndendi. Atlantis faciasının olası nedenleri bundan sonraki bölümün konusunu oluştursa da, bu noktada Atlantis kıtasının, deniz dibine batmaktansa, yükselen suların altında kaldığını düşünmek şu noktada ilginç olabilir. Bu yükselmenin buzulların erimesi sonucu mu, yoksa başka bir nedenden, örneğin gezegen dışındaki bir etkenden mi kaynaklandığı, az sonra tartışmaya açılacak; ancak, Sovyet sualtı araştırması 'sular altında kalma' kuramını destekler bulgular sağlamıştır.
ACADEMİCİAN PETROVSKY FOTOGRAFLARI |
Sovyet keşif gezisini, sık sık mektuplaştığım Egerton Sykes'dan öğrendim. Profesör Nicolai Zhirov'la yazışmalarından da söz ettiği, Uranüs ye Atlantis adlı iki dergi çıkartmaktaydı. Rusya, varsayımsal Atlantis topraklarından uzak olmakla birlikte, çok t sayıda Rus yazar ve bilimadamı konuyla ilgilenmemezlik edememişti. Bunlar arasında, Çarlık döneminde Atlantis'in akibetiyle Avrupa'nın durumu arasında koşutluk kuran Dmitri Merezhkovski; konu üzerine eldeki tarihsel ve jeolojik malzemeyi Atlantik'deki konumla bağlandıran Atlantis (1964) adlı kitabın yazarı Nicolai Zhirov; ve uygarlıkların kökeni konusunda 'tek kaynak' kuramına yakınlıkduyan V. Bryusov da vardır. - 1947 başlarındaki Sovyet deniz dibi keşfi, Atnalı Takımadaları yakınlarında deniz dibinin fotoğraflarım çeken Sovyet araştırma gemisi Academician Petrovsky tarafından gerçekleştirildi. Bunlar, Cebelitank'ın 300 mil (483 kilometre) batısında, Kaptan Robson'un adasının su yüzüne çıkıp aynı hızla yok olduğu bölgede yer alan U biçimli bir sualtı dağ grubuydu. Berlitz, Heezen, Thorpe ve Young'ın The Atlantic Floor'undan şu alıntıyı yapmaktadır:
"Ampere ve Josephine sualtı dağları gibi bazıları 400 m. derinliğe kadar yükselmektedirler... Bu dağların yüzeylerinin fotoğrafları kayalıklar, dalgalanmalar, ve yalıtılmış canlı mercanlar göstermektedir. Atnalı'nın kuzey yarısındaki sualtı dağları, şimdiye dek yeterince incelenmemiş olmakla birlikte, batıdan doğuya doğru uzanmaktadır. Grubun güney yarısı volkanik konileri andırmaktadır, kuzey yarıdaysa tektonik değişimler önemli bir kol oynamışa benzer."
Bu bölgeye geçmişte, özellikle de Lamont Jeolojik Gözlemevi'nce yapılan keşiflerden bir başarı sağlanamamıştır; Dr. Maurice Ewing orta Atlantik sırtını incelediği on üç yıl boyunca batık kente ilişkinhiçbirbulgu edemediğinden yakınmaktadır. Bu noktada Petrovsky mürettebatının Atlantis'in kalıntılarını araştırmadığını, hatta böyle bir şeyi tasarlamadıklarını belirtmek gerekir; oysa efsanevi ada-kıtanın ilk Resimler1ini çekmeyi başaranlar onlar olmuştur. İlkin, çektikleri fotoğrafların bir kısmında arkeolojik kalıntılar bulunduğunu fark edemediler. Keşfin amacı ve sonuçları Sovyet dergisi Znanie-Sila'nın 8. sayısında (1979) M. Barinov tarafından özetlenerek dünyaya duyuruluyordu. Berlitz bu makaleden şu aktarmaları yapmaktadır:
Keşfin amacı, Akdeniz ve Afrika'nın kuzeybatısı yakınlarındaki sığ suların dip kumlarını incelemekti. Gemide jeolog ve biyologlar da bulunuyordu. Uzmanların esas ilgi alanını, kumulların, tepelerin ve sualtı dağlarının kökeni, yapısı ve sayısının saptanması oluşturmaktaydı. Ekipte SSCB Okyanusbilim Enstitüsünden bir bilimadamı da bulunmaktaydı. Bu, aynı zamanda sualtı fotoğrafçılığına da uzman olan Vladimir Ivanovitch Marakuyev'di. ...Işıklandırma aygıtları ve özel kameralar üç buçuk metre (11.5 ayak) kadar derinliğe indirildikten sonra ışıklar yakıldı ve basit bir otomatik düzenekle fotoğraflar çekilmeye başlandı. Her bir dizinin tamamlanması bir bir buçuk saat sürüyordu. Aynı zamanda, ekibin öbür elemanları başka aygıtlarla başka deneyler ve bir dizi test uyguluyordu. Atlantik'in Cebelitarık yakınlarındaki sulan son derece netti, keşifin başarısı bir tek hava durumuna bakıyordu. Geminin bir yandan öbürüne savrulduğu kış fırtınalarında çalışmalara ara veriliyor, halta zaman zaman bir kuytuya sığınılıyordu.
Academican Petrovsky'nin çektiği fotoğraflar basılınca, 10.000 ayak (3048 metre) derinlikten yer yer deniz yüzeyinin 20 ayak (6 metre) derinine dek yükselen Ampere deniz dağının yüzeyinin .şaşırtıcı olgularla dolu olduğu ortaya çıktı. Fotoğrafçı Marakuyev şunları söylüyor:
Keşif daha sona ermeden, fotoğrafları develope edip de kart üzerine bastığımda, şimdiye dek böyle bir şey görmediğimi kavradım. .SSCB Okyanusbilim Enstilüsü'nde yıllar boyu dünyanın tüm okyanuslarında yapılan sayısız keşiflerde çekilmiş dev bir sualtı foloğrafları arşivi bulunmaktadır. Ayrıca Amerikalı meslektaşlarımızın çektiği binlerce fotoğrafın kopyası da bulunur burada. Bunlardan hiçbiri, bir zamanlar kara olabilecek bu yüzeylerdeki kadar canlı insan yaşam ve faaliyetlerini çağrıştıran izleri bu denli canlı sergilemezler.
Ama bu şaşırtıcı açıklamalar tam olarak nelerden oluşmaktaydı? Znanie-Sila (Rus Bilim Dergisi-Sayı 08-1979 )'da birtakım bilgiler bulunmakla birlikte. Rusların kimi gerçekleri kendilerine saklama eğilimlerini gayet iyi bildiğimden, bunun bulguların tümü olup olmadığı konusunda bir hayli kuşkuluyum! Belki Glasnost biraz daha fazla öğrenmemizi sağlamalarına yardımcı olur. Ancak, bizimle palaşmayı uygun gördükleribilgi,.şimdilik şudur
:
'Birinci fotoğrafın sol yanında bir duvar görebiliyoruz. Duvarın yukarı kollarındaki taş bloklar açıkça ayırdedilebiliyor... Duvarın yüksekliği ve fotoğrafla uğradığı küçülme dikkate alındığında, düşey duvar şeridini incelemek ilginç olacaktır. Mercek hemen tümüyle dikey olarak aşağıya yöneldiğinden duvar işçiliği alanları açıkça görülebilmektedir. Böylesi alanlardan beş tane sayılabiliyor, merceğin nesneye yakınlığının neden olacağı çarpıtmalar dikkate alındığında, duvarı oluşturan blokların yüksekliklerinin 1.5 metre (4.9 ayak), uzunluklarınınsa bundan biraz fazla olduğu hesaplanabilmektedir.
kinci fotoğrafla, aynı duvar tam tepeden görülüyor. Resmi çaprazlamasına kesmekte. Kontrol diski tam orlada. Duvarın kalınlığının 75 cm. (29.5 inç) olduğunu hesaplamak zor değil. Taş bloklar duvarın her iki yanından da açıkça seçilebiliyor. Sık, kırmızımsı kahverengi yosunları fotoğrafın her yanında görmek olası...
Üçüncü fotoğraf Ampere Deniz Dağı'nm doruğundan çekilmiş bir başka diziye ait. Lavların aktığı bölge rahatlıkla seçilebiliyor ve sanki üç basamak oluşturuyor. Kişi üst ve zor seçilebilen alt basamakları saydığında... toplam beş basamak görebiliyoruz. Tabii kırılmalara uğramışlar, üzerlerinde camsı süngerler büyümüş durumda.'
İncelemek isteyenler için, Charles Berlitz'in Atlantis:The Eighth Continent 'inde bu fotoğrafların kopyaları bulunmaktadır.Ama bence bunlar, uzman olmayanların pek bir şey anlayamayacağı kertede belirsiz;
oysa özgün baskıların, uygun gereçlerle incelendiğinde, kesinlikle son derece aydınlatıcı olacaklardır. Ne var ki, öndegelen Sovyet bilimadamlarından, Sovyet Bilimler Akademisi Okyanusbilim Enstitüsü müdür yardımcısı Profesör Andrei Aksyonov'un, 'Kanımca bu yapılar bir zamanlar su yüzeyinin üzerindeydi.' yorumunu yapmasına yol açacak kadar belirgindiler. Keşif gezisi 1974'de gerçekleştirilmesine karşın. Sovyetler bu bilgileri ancak 1978'de kamuoyuna açıkladılar. Bu da tabii, söylemeye hazır olduklarından fazlasını bildikleri yolundaki kuşkuları güçlendirmektedir. 21 Mayıs 1978 tarihli New York Times' da Profesör Aksyonov'la Moskova'da yapılmış bir röportaj yayımlandı. Burada beni, ve kuşkusuz başkalarını da hayrete düşüren bir nokta, bu kültürlü insanın gazeteciye bu bilginin kendisine ancak 1977'de ulaştığını söylemesi oldu. 'Marakuyev'in onlara ulaşması neden bu kadar uzun sürdü bilmiyorum." diyordu. Ve şöyle sürdürüyordu sözlerini: 'Marakuyev'e aitler, o da kalbinden hasta ve hastahanede bulunuyor şu sıralarda. Sanırım kısa bir süre sonra bilim dergi-, lerimizdenbirindeyayınlanırlar.17 Olayın tümü bana son derece .amatörce geliyor ve geride başka şeylerin bulunduğunu düşündürüyor. Kuşkusuz, bu kanımda yalnız da değilim. Bu durum Egerton Sykes'ı da meraklandırmış ve 1982'de Berlitz'in kendisiyle yaptığı görüşmede bu konuda söylenecek birkaç sözü olduğunu belli etmişti. Gizliliğin esas nedeninin, Rusların fotoğrafların gerçekte çekildiği yeri açıklamadaki gönülsüzlüğü olduğuna hemen hemen emindi. Burası olasılıkla Azor Adalan'nın ötesinde,Santa Maria ile Sao Jorge arasındabir noktaydı ve gerçekte, bulunmamaları gereken, staratejik önemi haiz bir mevkiydi. Sykes'a göre, Petrovskyniteliklibir casus gemisiydi. Sykes taşlar ve platform üzerine görüşünü sunarken olasılıkla fotoğrafın çekildiği yerin altında Aztek piramitlerini andıracak biçimde, çok daha fazla basamak olduğunu savunuyordu. Bu platformun basamaklı piramit tarzında bir başka merdivene bağlanan bir sahanlık olduğu yargısındaydı. Sykes, Cadiz'in birkaç mil açığında batık duvar ve kaldırım kalıntılarının fotoğraflarını görmüş olmakla birlikte Madeira'nın Ampere bölgesinde başka bulgulardan habersizgözükmekteydi. Donnelly bize şunu anımsatıyor:
Platon bize Atlantis krallarından Gadeirus'un hükümranlığının 'Günümüzde dahi Gades adını taşıyan bölgeye dek, Heracles Sütunları'na doğru' uzandığını söyler. Gades, günümüzün Cadis'idir ve Gadcirus'un hükümranlığı Iberyalılar ya da Basklar'ın ülkesini de kucaklamaktaydı, en büyük kentleri adını bir Atlantis kralından almaktadır...'
Dr. Maurice Ewing gibi tanınmış bir yetke Atlantik'de batık bir uygarlığa değin en ufak bir iz bulamazken, sözüm ona Atlantis projesiyle hiçbir ilişkisi olmayan bir keşif gezisi yapan bir Sovyet gemisinin birden bire böylesine heyecan verici bir bulguya rastgelmesi, gerek kuşkucular, gerekse inançlılar için hep bir diken olagelmiştir. ' Ancak buna parapsikoloii bir yanıt getirebilmektedir. Bir seve inanan deneyci va da araştırmacının, bu inancını destekleyecek kanıtlan bulmaya, çabaları söz konusu kuram yada önermeyi çürütmeye yönelik olan kuşkucudan daha fazla yatkın olduğunu öne süren 'Deneyci Etkeni' adı verilir başka bir deyişle. insan aklı bi linçdışı da olsa kendi engellerini kendi dikmekte ve bu referans alanı dışına çıkmamaktadır, Bu da. insanları, ya yanlış yöne yönlendirerek ya da deneylerin istedikleri sonucu vermesine neden olarak, inanmadıkları birsevi kanıtlayacak olguları bulmaktan otomatik olarak alıkoyan bir çeşit PK (psikokinetik Enerji) harekete geçirim Benzer biçimde, PK bir kuramın doğru olduğuna inanan insanları aradıkları kanıtlara doğru yönlendirecektir. Einstein yıllar boyu süren fizik araştırmalarında kuşkusuz bu ilkenin farkına varmış ve bu bölümün başlarında aktardığım ünlü yorumda bulunmuştur.
Şekil 11. Profesör Hapgood'un olasılıkla Atlantis'i oluşturan batık adalara bağlı çok daha büyük bir adanın parçaları olarak değerlendirdiği, Brezilya'yla Afrika arasında yeralan St. Pctcr ve St. Paul Kayaları'nın fizyografik profili.
KANITLARIN ÖZETİ |
Okyanus yatağından toplanan kanıtlar, Azor Adaları'nın, Kanarya Adaları'nın, Madeira ve Cape Verde Adaları'nın, ve kimi yetkelere göre St. Peter ve St. Paul kayalarıyla Bermuda'nın bir zamanlar Adantis'in bir parçasını oluşturduklarını göstermektedir. Orta Atlantik Sırtı'nın doğu ve batsında bir zamanlar eski denizcilerce alttaki büyük kıtanın atlama taşı olarak kullanabildikleri bir dizi küçük ada bulunduğu da anlaşılmaktadır. Bu aynı zamanda, Platon'un 'gerçek okyanusu çevreleyen karşı kıtanın bütününe' geçilebilen adalar betimlemesinide açıklamaktadır. Azor civarında kayalar büyük patlamalar ve ani batmalara değgin izler taşımaktadır. Gerçekte, Berlitz'in de işaret ettiği gibi, şimdiye dek elde edilen kanıtlar Newfoundland ile Kuzey Fransa arasında 50 derece Kuzey'dekj bir hattan Azor'ların güneyine doğru uzanan, güneybatıya doğru dönüp 20 derece Kuzev enleminde Yukatan'la Afrika'da Moritanya arasında Sargasso denizine yönelen, bir dizi plato üzerine oturmuş geniş bir kıtayı göstermektedir. Buna denk düşen sualtı platosu Fransa, İspanya, Portekiz ve Britanya adalarının toplamı büyüklüğünü verir ki, bu da, Platon'un toplamlarında yanılmadıgını ortaya koymaktadır!
Şekil 12. Athanasius Kircher, Mundus Subıerruneaus'unda (l678; batıkAtlantis Adası'nı Atlantik'de Azor Adaları yakınına yeri eştirmekledir.
Geçmişte ve günümüzde birçok bilimadamı Atlantis'i Platon'un gösterdiği yerde konumlandırma çabasına girişmişlerdir. Cizvit Peder Athanasius Kircher, 16.65'te yayınlanan Mundus Subtermmous*yla batık kıtaya özel bir ilgi duyduğunu kanıtlamıştır. Kircher. Azor Adalan'nı batık Atlantis dağlarının doruklarını olarak tanımlamış ve Atlantis'in, o zaman için olağanüstü doğru, sapı aşağıya dönük bir armutu andıran haritasını çizmişti. Bu harita. Kirchner'in çizdiği ters dönmüş haliyle Şekil 12'de gösterilmektedir. Kircner'in bu sonuca nasıl vardığı bilimadamları için hâlâ bir gizdir; aramızda metafiziğe eğilimi olanlar, bunu uzak bir anının canlanmasıolarakyorumlayabilirler. Daha yakın zamanlarda, Baignet-Leigh-Lincoln takımının (The Holy Blood and the Holy Grail'de) popülerlik kazandırdığı Renne
le-Chateau vadisinin esrarına geometrik bir çözüm getiren David Wood, metafizik önem taşıyan kimi yerler arasında metamatik bir bağlantı keşfetti. Bu buluşlar onu uzak geçmişte kutsal geometri, metamatik ve metafiziğe ilişkin tüm bilgilerin kaynaklandığı tek bir aydınlanma kaynağı ya da gezegen yüzeyinde erginlenmişlerin hâlâ tanıyıp kullanabilecekleri gelişkin enerjiler yayan bir merkez bulunduğunu düşünmeye itti. Keşiflerinin metamatiği bu kitapta tekrarlanamayacak kertede uzun, ancak Atlantis'in tam koordinatları olarak 42 derece 55' Kuzey ve 26 derece 6' Batı'yı verdiğini söylemekle yetinelim!
HAYVANLARIN ANLAMSIZ ARAYIŞI |
1898 yılında Atlantik Okyanusu'nda kablo döşemekte olan bir geminin mürettebatı, 3000 metre derinlikten, kimyasal bileşimi bazalt olan camsı bir lav parçası (tachylyte) çıkarmıştı. Bu parça şimdi Paris'teki bir müzededir. Lav, bu tür bir kimyasal değişime ancak normal atmosfer basıncı altında uğrayabilir. Dolayısıyla, Azor Adalan'nın yaklaşık 800 km. kuzeyinde yer alan Okyanus yatağının, bir zamanlar su üzerindeyken lavlarla kaplanmış olması sözkonusudur.
Göçmen kuşlardan, küçük, kahverengi 'petrel' kuşlan, her yıl Eylül ve Ekim aylarında Avrupa'dan Amerika'ya uçarken Atlantiği aşarlar. Bu kuşter, Senegal'in batı kıyılanndaki Yeşil Burun'un 950 km»-güa^ybatısındakd bir noktanın üzerine ulaştıktan sonra ısrarla daireler çizerler ve sonra Brezilya'ya doğru tekrar yola koyulurlar. Kuşlann hafıza kromozomları, onlara, o noktada bir zamanlar bir iniş yerinin bulunduğunu bildirmektedir
Amerika ile Avrupa'nın, kıta tabanı üzerinde yükselen buz yığınlanndan oluşan örtü buzulu, anlaşıldığına göre, bir zamanlar, şimdi Okyanus'un akında uzanan bütün bir alanı kaplayan genel bir örtü buzulunun bir bölümünü teşkil ediyordu. Bu da, Buzul Devri'nde Atlantiğin ortalannda bir kıtanın mevcut olduğunu göstermektedir.
Avrupa'nın Miyosen Çağı'ndaki bitkiler topluluğu ile Doğu Amerika'nın günümüzdeki bitkiler topluluğu arasında benzerlikler vardır.
Sovyet bilim adamı N.Zirov, Atlantik Okyanusu'nda yer alan bir kara kütlesinin, Golfistrim'in bir zamanlar buzlarla kaplı olan Avrupa kıyılarına ulaşmasını engellemiş olduğunu belirtmektedir. Atlantik'teki deniz altı dağsırasının batı yamaçlarından yakın zamanlarda alman numunelerde olağan okyanus çamuruna rastlanırken, doğusundan alınanların buzul kökenli oldukları görülmüştür. Bunlar, anlaşıldığına göre, buzdağlanyla taşınmışlardı. Atlantis'in batışından sonra Güney Amerika'dan gelen sıcak su akıntısı, Batı Avrupa kıyılarını yaladı. Ve klimatologların da onayladığı üzre, yaklaşık 12.000 yıl önce Buzul Devri'ne son verdi.
Amerikalılar, Atlantiğin sularına gömülü olan bir tepenin üzerinden, kireçle kaplı olan çok sayıda disk biçimi objeler çıkardılar. Doğal değil de beşer yapısı olan bu diskler 15 cm. çapında ve 4 cm. kalınlığındaydı. Ortalarında bir delik bulunuyordu; yüzeyleri yer yer düzgün, yer yer pürüzlüydü. Radyokarbon testleri, bu objelerin 12.000 yıl önce su üzerinde oluşturulmuş olduklarını ortaya koymuştur.
Mavi gölgeler,bugün Atlantik'te görülen okyanus akıntılarını belirtiyorlar. Bu akıntılar Avrupa'daki yılan balıklarının Saragoss Denizi'nde yumurtlamak için her iki yönde yaptıkları Bu gizemli davranış, eski zamanlardan kalmış bir alışkanlığın sürüp gitmesi olabilir
Belki de yılanbalıklarının ve kuşların esrarlı göçleri, Atlantik'deki batık bir kara parçası ile ilgili olabilir. Çünkü büyük kuş sürüleri, göçleri sırasında Atlantik'in ortasında boş bir noktada dairler çizerler. Sonra yollarına devam ederler. Orası eskiden bir kara parçasının olduğu nokta olabilir.
Avrupa'da bulunan yılanbalıklarının Atlantik'i aşarak, göç etmeleri daha da ilginç bir gizemli bilmecedir. Bu balıklar, Kuzey Atlantik'in güneybatısında olan Sagosso Denizi'nde yumurtalarını bırakırlar. Buradan sonra, küçük larvalar, ılık Gulf Stream akımı ile doğuya doğru üç yıl sürecek bir yolculuğa başlar. Bu yolculuğun tehlikelerini atlatabilenler, Avrupa kıyılarına ulaşırlar.
Burada cinsel olgunluğa ulaşırlar ve geri dönerler. Bundan sonra tekrar batıya doğru yönelirler. Artık azami derecede büyümüş ve güçlenmişlerdir. Bu sefer yolculukları yalnızca dört ay sürer. Yeniden Sargossa Denizi'ne geldiklerin de, çiftleşirler ve yumurtlarlar. Onların yavruları da kendileri gibi, aynı Avrupa yolculuğuna çıkar.
Yılanbalıklarının cinsel olgunluğa ulaşabilmeleri için, tatlı suya ihtiyaçları olduğu biliniyor. Fakat bu kadar uzun bir yolculuk yapmalarının nedini nedir? Muck'a göre, Atlantis, Atlantik Okyanusu'nun ortasındayken, Gulf Stre- am'in hareketini kesiyordu. O zamanlar, yılanbalıklarının doğuya doğru yaptıkları bu yolculuk, tatlı sulara doğru giden yoldu. Belki de, yılanbalıklarının bu içgüdüleri, Atlantis battıkta sonra da, aynı davranışlarını sürdürmelerine neden oluyor.
Edgar Cayce, Atlantis kalıntılarının Bimini Adaları yakınında 1968 ve 1969 yıllarında denizden yükselmeye başlayacağına dair bir kehanette bulunmuştu. Nitekim, 1968 yılında Amerikalı pilotlar Bob Brush ve Trig Adams, adanın sahanlığı üzerinde büyük bir dikdörtgen yapının varlığını tespit etmişlerdi. Bu sualtı kalıntısının hava fotoğraflan, mevcut bölümlerinin orantıları ile Maya mimarisini andırdığından, bunun batık bir 'mabet' olması ihtimalini güçlendirmekteydi. Arkasından, Brush, Adams ve Miamili ünlü arkeolog ve dalgıç Prof. J. Manşon Valenftine, ilk taş yapının yakınında iki benzer sualtı yapısı daha ikeşf et tiler. Küçüğü 25 x 15 metre ve büyüğü de 30 x 18 metre boyutlanndaydı. Ve kısa bir süre sonra Prof. Valentine, Dimitri Repikoff, Jacques M ayol ve •diğer bazı kişilerle birlikte üıılü Bimini Duvarını ya da Yolunu keşfetti. Bunu, çeşitli türden birçok ilginç sualtı kalıntısının keşifleri izledi.