MU UYGARLIĞININ KEŞFİ |
18°30'57.08"N 136°16'26.93"E
Hatırası hafızalardan silinen zamanlarda Büyük Okyanusta merkezi Ekvator'un güneyinde bulunan,çok geniş bir kıta yükseliyordu.Bu kıtanın adı MU'ydu.Bugün deniz yüzünde bulunan kalıntılardan anlayabildiğimiz kadar,bu kıtanın yüzölçümü doğudan batıya 10.000 kilometre,kuzeyden güneye 5000 km'yi buluyordu.
Tek ya da takım adalar halinde olsun ,bütün Pasifik Adaları 12.000 yıl önce bir afet sonucunda kaybolan Mu kıtasının parçalarıydı.Depremler ve Volkanik olaylar kocaman uygarlığı yok ederken Büyük Okyonusun suları 60 milyona yakın nüfusu örtüverdiler.Mu'nun varlığı Hint,Çin,Birmanya,Tibet ve Kamboç'un sayısız efsanelerinde; Yukatan,Orta Amerika,Okyanus Adaları ve Kuzey Amerikada bulunan Tarih öncesi kalıntılarda , ele geçen yazıtlarda,simgelerde;eski Yunan düşünürlerinin yazılarıyla Mısır kaynaklarında açıklanır.
Bütün Bu kaynaklar Mu kıtasının varolduğunu ve insanoğlunun,200.000 yıl önce,ilk defa orada göründüğünü belirtmektedir.İkinci bir Atlantis olayıyla karşılaşıyoruz; ama bu defa Atlas Okyonusu'nda değilde Büyük Okyonus'ta yükselip 12.000 yıl önce kaybolan,görkemli bir uygarlık kuran,kendinden sonraki bütün uygarlıkları doğuran ya da etkileyen,eğiten bir kıta.Mu ile Atlantis arasında birçok benzer noktalar vardır:Tarihöncesi dönemlerin,kayıp kıtaların uygarlıklarına tanınan olağanüstü özelliklerin benzeşmesi,Atlantis'te olduğu gibi,Mu'nun da tek bir bilinen kaynaktan çıkması gibi.Bütün bunlara rağmen oldukça önemli bir fark vardır.Atlantis kıtasını kabul eden jeoloji Mu hakkında,bir iki nokta dışında,hala oldukça kuşkulu davranmaktadır.
Batık Mu kıtası ve Mu uygarlığı hakkındaki bilgilerin çok büyük bir bölümü, 19. yy.da yaşamış olan İngiliz araştırmacı Albay James Churchward'dir. J.Churchward Mu ile ilgili ilk araştırmalarına 1880'li yılarda Hindistan'da bulunduğu sırada başlamış ve elli yılı aşkın bir zaman içerisinde tüm dünyayı dolaşarak Mu ile ilgili pek çok belge elde etmiştir. Aslında pek çok kutsal kitapta ve pek çok kültürün mitolojisinde Pasifik Okyanusunda bir kıtanın yer aldığına, bu kıtanın üzerinde on binlerce yıl hüküm süren ileri bir uygarlığın yeşermesi olduğuna ve bu uygarlığın yozlaşmaya yok olduğuna dair atıflar yer almaktaydı. Örneğin, Hintlilerin'Ramayana Destanına, Maya Kutsal metinlerinde ve Mısır!ın Ölüler Kitabı'nda kısmen ya da açıkça Mu Uygarlığından söz edilmektedir.Fakat Mu Uygarlığını dini ve mitolojik kimliğinden sıyırıp, konuyu bilimsel bir temele oturtan ilk kişi J.Churchward’dır.
TABLETLERİN BULUNUŞU |
James Churchward 1883 yılında Hindistan’da görevli bulunduğu sırada bir manastıra konuk olan J.Churchward manastırın Bas rahibi RISHI ile tanışır.Baş rahibi Rishi, Churchward'a, günümüzden 15 bin yıl önce yazılmış "Naacal Tabletleri"ni gösterir.
Bu tabletler Naga-Maya dili denilen, çeşitli şekillerden, sembollerden oluşan çok eski ve ölü bir dilde yazılmıştır ve Mu kutsal metinlerinden kopya edilmiştir.Naga-Maya dili Hindistan’daki arkaik sanskritçe olarak bilinen en ilkel Hint dilinden daha eskidir ve günümüzden yaklasık 15.000 yıl önce yazıldıkları anlaşılmıştır.Hindistan'a Mu'nun bilim rahipleri dedikleri 'Naakaller' tarafından getirilmiş tabletlerdir.Churcward, NAACAL TABLETLERI olarak adlandırılan bu tabletleri çözümleyebilmek amacı ile manastırda Rishi'nin yanında iki yıl kalır.( başrahip Naga-Maya dilini bilmektedir)Bu süre içinde Naacal dilini Rishi'den ögrenenir ve rahibin de yardımı ile bu tabletlerde yazılanları çözer J.Churchward bundan sonra Güney Pasifik adalarına, Orta Asya’ya, Mısır’a, Sibirya’ya, Birmanya’ya, Avustralya’ya, Orta Amerika gibi daha birçok yerlere giderek Mu’nun varlığına ilişkin pek çok kanıt elde eder. J.Churchward tabletlerden edindiği bilgilerle 5 kitap yazar
James Churchward, ortaya koyduğu bilgilerle insanlığın Ezoterik Tarihi’ni gün ışığına çıkarmış nadir bir araştırmacıdır. Kapsamlı araştırmalarıyla ve yazdığı 5 kitapla bizleri tarihin derinliklerinde hayal bile edemeyeceğimiz kadar eskilere götürmekte ve insanlığın Ana Yurdu olarak ifade ettiği Mu Uygarlığı’nın bilgilerini günümüz insanlığına naklederek bana göre son derece önemli bir görevi yerine getirmiş olmaktadır. Bu alanda böylesine önemli bilgilerden haberdar olmamızı onun yıllar süren yoğun çabalarına borçluyuz.
J.Churchward'dan baska Amerikalı bir Jeolog-arkeolog olan William Niven da 1921-1923 yılları arasında yaptığı Meksika kazıları sırasında buldugu 2600'ü askın tabletlerde Mu Uygarlığı'nın varlığına ilişkin geçerli kanıtlar elde etmiştir.
Tabletleri inceleyen Carneige Enstitüsü uzmanlari bunların gerçek tabletler oldugunu ve şimdiye dek bilinen hiçbir uygarlığa ait olmadıklarını açıklamıştır Niven'in araştırmalarını duyan Churchward Meksika'ya gelerek bu tabletleri inceler ve bunların Hindistan'da gördüğü tabletlerdeki Naga-Maya diline çok benzeyen bir dilde yazılmış olduğunu görür. Bu tabletler bugün Meksika Müzesinde bulunmaktadır ve 15.000 yıl önce yazıldığı düşünülmektedir.
TABLETLERİN İÇERİĞİ |
Naacaller’in sembolleri daha çok geometrik şekilleri kapsıyordu. Bu sembollerin Ezoterik anlamlarını sadece inisiye edilmişler ve imparator Ra-Mu bilmekteydi.Naacal tabletleri bu kıtanın, uygarlığın beşiği olduğunu öne sürmektedir. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu; zaman içerisinde tüm dünyada birçok koloniler ve büyük imparatorluklar oluşturmuştur.Tibet tabletlerinde eksik kalan bilgilerini, Churchward, Amerikalı Jeolog William Niven’ın, 1921 – 1923 yılları arasında Meksika’da yaptığı kazılarda bulduğu, 11.500-12.000 yıl önce yazıldıkları saptanan 2600 dolayında tablet ile tamamlamıştır Naacal tabletlerinden edindiği bilgiler ile 5 kitap yazmıştır. 1930 lu yıllarda kaleme aldığı eserler ve yaptığı konferanslar ile J.C. bilim dünyasında büyük yankılar uyandırmıştır.Naacal öğretisinde Güneş doğrudan Tanrı değil, onun birliğinin ve tekliğinin kitleler tarafından daha iyi anlaşılması için seçilmiş olan bir semboldü. Sembollerin kullanılmasındaki bir diğer amaç da, belirli ifade tarzlannın kalıplaşmasını önlemek ve gelişmeler doğrultusunda sembollere yeni anlamlar yükleyerek, dinin bağnazlıktan ve doğmalardan kurtulmasını sağlamaktı. Ancak, uygarlık çöküp, ana kaynak yok olunca, zaman içinde bu sembollerin kendileri putlaştı. ve çok ve çok tanrılı dinlerin doğmasına sebep oldu.
Semboller aracılığıyla tek Tanrı'ya tapınımı öğreten dinin büyük rahibi, dolayısıyla kutsal kardeşlik örgütünün de başı, Ra Mu'nun kendisiydi. Fakat imparatorun hiçbir Tanrısal kişiliği yoktu ve sadece konumu nedeniyle, sembolik olarak "Güneşin Oğlu" unvanını taşıyordu.
Naacal kardeşlerinin, öğretilerini yaydıkları ve yeni üyeleri inisiye ettikleri tapınaklar, kıtanın her yerine ve kolonilere dağılmış vaziyetteydi. Dev blok taşlardan yapılan bu tapınaklarin damları yoktu ve bunlara "şeffaf tapınaklar" deniliyordu. Güneş ışıklarının inisiyeler üzerine doğrudan ulaşması için tapınaklare dam yapılmıyordu. Bu da bir tür semboldü ve Ezoterik anlamı, Tanrı'yla insan arasında hiçbir engel olamayacağı şeklindeydi. Günümüz Masonluğunda da aynı sembol kullanılmakta ve Mason tapınaklarının tavanları, sanki üstü acıkmış gibi, gökyüzünü sembolize eder biçimde düzenlenmektedir.
“Yüce büyük Melik'inâ. Yüce Hükümdarın, Yüce Tanrı'nın karada gücü nedir? O Hükümdar, nebatatı (bitkileri) büyütür, gökyüzünün rengini değiştirir... Bizi genç bitkilere, taze sürgünlere, yeni filizlere karşı merhametli kılan, bize gökyüzünün çeşitli renklerini seçtiren, yükselen bulutları gösteren, parlak yıldızlarla beraber gelen nimetleri, hafif çiyi, serinletici yağmuru gönderen, Güneş'i; Ay'ın ışığını sevdiren büyük Melik'in, Yüce Hükümdar'ın, Yüce Tanrı'nın gücünü evren selâmlasın! O, yeryüzünde insan yaratmış, insanları çoğaltmış, emirlere emir dinleyecekler, emir dinleyeceklere emirler ihsan etmiştir. İnsanları yaratan, emirlere yetkiler sunan, ulusları itaatli kılan büyük Meliki, Yüce Hükümdarı, Yüce Tanrı'yı evren alkışlasın.... Büyük Melik'in, Yüce Hükümdarın, Yüce Tanrı'nın denizde gücü nedir? O Hükümdar, gümüş balıklarını, yılan balıklarını, maymun balıklarını, istakozları, derin sularda yüzen iri balıkları, denizdeki diğer çeşit balıkları ve diğer şeyleri denizle beraber yaratmıştır. Bu Yüce Yaratıcı'yı evren selâmlasın!... Bizi sineklerin, böceklerin, kurtların, diğer böceklerin zararlarına karşı dayandıran odur. Onu, herşeyin Yaratıcı'sını, evren sübhânekelerle yücelesin!'
NOT: Sübhaneke kelimesi, tablette "Sübhaneke" olarak geçmektedir.
'Mu kıtası sıcak, fakat pek bereketli ve verimli, ovalık bir memleketti. Her tarafı güzel çayırlar, otlaklar, düzlüklerde bitmiş zengin ormanlar süslüyordu. Akışları sakin, düzgün, geniş yataklı, trafiğe oldukça uygun ırmaklar kenarında kalabalık nüfuslu, büyük, zengin şehirler vardı. Dünya cenneti denmeye lâyık olan bu kıtada hiç yüksek dağ yoktu. Dağlar yalnız orada değil, dünyanın başka taraflarında da daha fazla yükselmemişti. Mu ve Mu'luların varlığı yeryüzünde büyük dağların oluşmasından önceki jeolojik zamana, 3. arz dönemine rastlıyordu. Mu ormanlarında ve sularında bu devrin hayvanları yaşıyordu. Mu insanları her çeşit hayvanı evcilleştirmenin yolunu biliyorlardı. Koca kıtayı pek düzgün yollarla kurşuni örümcek ağını örnek tutarak örmüşlerdi. Yollar nereden başlar, nerede biter, kestirilemez idi. O kadar mükemmel yapılmışlardı ki, kalıntıları karşısında günümüzün mühendisleri, kaldırım ustaları gözlerine inanamamaktadırlar. Main şeklindeki kaldırım taşları yan yana konuvermiş değil, birbirine kopmayacak şekilde eklenmiştir. Ne taraftan bakılsa kenarlar düzgün çizgi oluşturur.'
'Mu kıtası halkı, bir hükümetin yönetimi altında 10 kabileden oluşuyordu. Hükümet başkanına Mu'nun güneşi: tâcı, hükümdarı, yöneticisi, valisi anlamına Ra-Mu deniyordu. Ramu'lar halkı Tanrı'nın vahiy ettiği kutsal yazılar ahkâmına göre yönetiyorlardı. Liderler halka karşı görevini kavramış, merhametli, halk liderlere karşı samimi bir istekle saygılıydı. Emretsin, ya da emre uysun bütün Mu sakinleri tek Allah'a inanıyordu.'
MU UYGARLIĞI VE NAACALLER |
Bilim dünyası, gerek Churchward'ın ortaya çıkardığı Mu uygarlığının, gerekse bir diğer batık kıta olan Atlantis'in varlıklarını kuşkuyla karşılamaktadır. Ancak yine bilim dünyası, bu iki kıtanın battığı öne sürülen tarih olan 12 bin yıl önce dünyada büyük bir jeolojik olayın yaşandığını onaylamaktadır. Kaldı ki, dünyanın hemen her yerindeki kavim ve milletlerin tufan efsaneleri de, büyük bir felaketin yaşandığını doğrulamaktadır ve bilim dünyası ister kabul etsin, ister etmesin, Mısır, Maya kalıntıları, Paskalya adası uygarlığı gibi bugün nasıl ortaya çıktıkları izah edilemeyen birçok eser bu batık kıta uygarlıklarının varlığı ile mantıklı izahlara kavuşabilmektedir.
Evrim kuramları ve genel bulgulara göre, günümüzden 200 ile 500 bin yıl önce iki ayağı üzerinde dik olarak durabilen "Homo Erectus" yerini, düşünebilen insan "Homo Sapiens"e bırakmıştır. Homo Sapiens'in ortaya çıkış tarihini 200 bin yıl önce olarak kabul etsek dahi, o günden bu güne kadar insanoğlunun sadece günümüz uygarlığını yaratmış olduğunu düşünmek, insanlık adına büyük bir bencilliktir. 200 bin yıl önce dünyaya gelen ve uzmanlarca beyin ağırlığı ve düşünme kapasitesi günümüz insanı ile aynı olarak kabul edilen Homo Sapiens, ne olmuştur da, 194 bin yıl bekledikten sonra, günümüzden 6 bin yıl önce birden bire dev adımlar atmaya karar vermiştir? Nitekim, günümüz bilim çevreleri, tekerleğin ve yazının ancak M.Ö. 4 binlerde bulunduğunu öne sürmektedir.
Ancak, dünyanın geçirdiği tufan felaketi nedeniyle çok az belge ve bulgunun kalmış olmasına rağmen, bu belge ve bulgular, insanoğlunun dünya üzerindeki uzun geçmişinde, günümüz uygarlığının dışında en az bir büyük uygarlık daha yaratmış olduğunu ve hatta bugünkü uygarlığın temellerinin de bu eski uygarlıkta atıldığını ortaya koymaktadır.
James Churchward 1883'de, Batı Tibet'te bir manastırda bu belgelerin en önemlilerini gün yüzüne çıkarttı. Tibet'te görevli olarak bulunan Churchward, eski dinlerin kökenleri hakkındaki araştırmaları doğrultusunda Tibet'teki manastırları dolaşırken, yolu Batı Tibet'te bir manastıra düştü. Bu manastırın, "Büyük Rahipler Kardeşliğinin" önde gelen üyelerinden olan baş rahibi Rishi, Churchward'a, günümüzden 15 bin yıl önce yazılmış "Naacal Tabletleri"ni gösterdi.
Rishi'nin Churchward'a, binlerce yıldır sır olarak saklanan tabletleri niçin gösterdiği bilinmiyor. Ancak, kendisi de bir inisiye olan Rishi'nin, başka kanallardan da olsa Ezoterik doktrini bünyesinde yaşatan bir diğer kardeşlik örgütüne, Masonluğa üye olan Churchward'ı kendisine yakın bulduğu ve bazı sırların batı dünyasına açıklanması zamanının geldiğine inandığı tahmin ediliyor.Rishi, bu düşüncelerle Churchward'a iki yıl boyunca üstadlık yaptı ve sadece büyük rahiplerin bildiği, Naacal Tabletlerinin yazıldığı ölü dili kendisine öğretti.Naacal dilini öğrenen ve tabletleri inceleyen Churchward, bu tabletlerin ışığı doğrultusunda batık kıta Mu ve uygarlığının izlerine rastlamak umuduyla 50 yıl süren araştırma gezilerine başladı.
Pasifik okyanusundaki hemen bütün adalarda, Sibirya ve Orta Asya’da, Avustralya’da, Mısır’da incelemeler yapan Churchward aradıklarını Meksika’da buldu. Amerikalı Jeolog William Niven, 1921-23 yılları arasında Meksika’da yaptığı kazılarda, 11.500-12.000 yıl önce yazıldıkları saptanan 2600 dolayında tablet buldu. Bu tabletlerdeki yazılar ne Niven tarafından, ne de tabletler üzerinde uzun bir inceleme yapan Carnegie Enstitüsü uzmanlarından Dr. Morley tarafından okunamadı. Tabletlerin varlığını duyan Churchward Meksika’ya gitti ve Tibet’te öğrenmiş olduğu Naacal diliyle yazılı olduklarını ispatladığı Meksika tabletlerini çözmeyi başardı. Tibet tabletlerinde eksik kalan bilgilerini Meksika tabletleri ile tamamlayan Churchward, batık uygarlık Mu hakkında büyük yankılar getiren eserlerini böyle yazdı.
Churchward ve Niven'in bulguları, Mu kıtasının bugünkü Pasifik okyanusunun oldukça büyük bir bölümünü kapladığını Ladrones, Carolines, Gilbert, Fiji, Tonga, Ninafou, Samoa, Cooc, Hawai, Marequesas, Easter adaları Mu kıatasının kalıntılarıdır adalarının bu batık kıtadan artakalan parçalar olduklarını ortaya koydu. Danimarkalı araştırmacı ve yazar Eric Von Daniken de, birbirlerinden binlerce kilometre uzakta olan bu adalar kültürlerinin şaşılacak derecede benzediğine işaret ediyor.
Tahiti'de eski bir efsane var.Buna göre insanoğlu Fenua Nui kıtasında doğmuştur.Ama rüzgar tanrısı Ru soluğu ile kıtayı dağıtmış,irili ufaklı adaya ayırmıştır.Efsaneye göre Paskalya Adası Fenua Nui'nin bir parçasıymış. Karolin adalarının sakinleri ise çok eski zamanlarda ışıl ışıl yanan gemilerle Ponape'ye giden,okyonusun ötesinde yaşayan,değişik dil konuşan mutlu insanlarla ve yüksek binalarla dolu bir ülkeden söz eder ve yerlileri eğiten bir ırkın varlığına inanırlar.Havai,Yeni Zellanda ve Yeni Ebrid efsaneleri beyaz tenli,uzun saçlı atalarının olğanüstü başarılarıyla doludur.Madagaskar efsanelerinde ise Hint okyanusu'nda bulunduğu sanılan Serne Kıtası'nın adı sık sık geçmektedir.
Churchward'a göre Mu kıtası, doğudan batıya 8 bin kilometre, kuzeyden güneye de 5 bin kilometre uzunluğunda dev bir ada kıtaydı. Naacal tabletleri bu kıtanın, uygarlığın beşiği olduğunu öne sürmektedir. Yaklaşık 70.000 yıllık bir uygarlık geçmişine sahip olan Mu, zaman içerisinde tüm dünyada birçok koloniler ve büyük imparatorluklar oluşturmuştur.Mu uygarlığının kolonileştirdiği ve daha sonra bağımsızlaşarak birer imparatorluğa dönüşen en önemli iki büyük imparatorluk vardır bunlar Atlantis ve Uygur İmparatorluklarıdır. Ayrıca, bugün Antik Mısır, Çin, Hint ve Maya uygarlıkları diye bilinen uygarlıkların kökeninde de ‘Mu Uygarlığı’ yatmaktadır.
Mu uygalığının kolonileştirdiği ve daha sonra bağımsızlaşarak birer imparatorluğa dönüşen en önemli iki devlet, Atlantis ve Uygur İmparatorluklarıdır . Ayrıca, bugün Antik Mısır, Çin, Hint ve Maya uygarlıkları diye bilinen uygarlıkların kökeninde de Mu uygarlığı yatmaktadır.Mu uygarlığının ne zaman başladığı bilinmiyor. Naacal Tabletleri ve Meksika'da bulunanlar bu konuda aydınlatıcı olamadı. Ancak tabletler, Mu'nun kolonileşme ve uygarlığının temelini oluşturan dinini yayma aşamasına 70 bin yıl önce geçtiğini gösteriyorlar.
15 bin yaşında oldukları belirlenen Naacal Tabletleri evrenin başlangıcı ve ortaya çıkışı konusunda ayrıntılı öngörüler kapsamakta. Bu tabletlere göre, evrenin başlangıcında sadece ruh vardı. Daha sonra bu ruhtan, bir kaosun hakim olduğu uzay var oldu. Zamanla kaos yerini giderek düzene bırakmaya başladı ve uzaydaki şekilsiz ve dağınık gazlar biraraya geldi. Bu gazlar güneş sistemlerini ve gezegenleri oluşturmak için katılaştı. Katılaşma sırasında önce hava, sonra su oluştu. Sular dünyayı kapladı. Güneş ışıkları havayı ve suyu ısıttı. Bu ışıklar ve toprak altındaki ateş, üzerinde su bulunan toprakları yükseltti ve bunlar açık toprak oldu. Güneş ışıkları suyun içinde ve balçıkta kozmik hayat yumurtalarını (Rna-Dna) oluşturdu. İlk hayat sudan çıktı ve tüm yeryüzüne yayıldı.
Günümüzde geçerli evren ve yaşamın oluşumu teorilerine bu denli benzerlik tesadüf olamaz. Zaten, en az 70 bin yaşında olan bir uygarlıktan daha farklı bilgiler ummak da saçmalık olur. Mu uygarlığının ulaştığı seviyeyi gösterme açısından bir başka kaynaktan yararlanalım. Günümüzden 3 bin yıl önce yazılmış Mahabharata'da, uzak geçmişte insanoğlunun kullandığı bir silah tarif ediliyor: "Dumansız bir ateşin ışıltısına sahip olan ve alevler saçan bir mermi atıldı. Daha sonra, gözleri kör eden bir ışık ve kulakları sağır eden bir gürültü çıktı. Ardından meydana gelen büyük ısıda sular buharlaştı. Filler, atlar, insanlar bir anda kavruldu. Ağaçlar tamamen yandı. Sora heryer karanlığa gömüldü.Ortalık yeniden aydınlandığında koca ordudan geriye sadece bir avuç kül kalmıştı"...Bu efsane, atalarımızın ulaştığı uygarlık düzeyinin yanısıra, onların dünyasının da bugün olduğu gibi, barıştan yana pek nasibini almadığını gösteriyor.Mahabharata efsanesi ve Sodom ve Gomora'nın yokoluşu gibi diğer bazı efsaneler, Atlantis ve Mu kıtalarının batışı teorilerinden birisini destekler niteliktedir.Ancak bu konuya daha sonra değinileceği için şimdi, Mu uygarlığının yönetiliş biçimine ve bunun aracı olan ilk tek Tanrılı dine değineceğiz
Mu uygarlığı bir imparatorluktu ve imparatorların unvanı, güneşin oğlu da denilen "Ra Mu" idi. Mu imparatorluğunun bir diğer adı da "Güneş İmparatorluğu"ydu. Mu dilinde "Ra" kelimesi, güneş anlamına geliyordu. Mu'nun kolonisi olan Mısır'da da güneş tanrıya "Ra" adı verilmiştir. Ayrıca, kökleri Mu uygarlığına kadar uzandığı sanılan Japonya'da da imparatorun unvanı "Güneşin Oğlu" dur. Bunun yansıra eski Maya ve İnka uygarlıklarında da krallar aynı unvanı kullanmışlardır.
İmparatorun altında, hem bilim adamı hem de rahip olan "Naacaller" bulunuyordu ve bunlar yönetici sınıfı teşkil ediyordu. "Kutsal Sırlar Kardeşliğinin üyesi olan Naacaller'in tüm dünyaya yaymış oldukları "Mu Dini", belki de insanlığın tanıdığı ilk tek Tanrılı dindi. Naacaller bu dini, sıradan insanlara, anavatan ve koloniler halklarına anlatırken, anlaşılması daha kolay olan semboller dilini kullanmayı tercih ediyorlardı. Bu sembollerin Ezoterik anlamlarını sadece inisiye edilmiş kardeşler ve imparator Ra-Mu bilmekteydi.
Naacaller'in sembolleri daha çok geometrik şekilleri kapsıyordu. Naacal öğretisi, evrenin ortaya çıkışında en önemli görevin Tanrının geometri ve mimarlık vasıflarına düştüğünü öngörmekteydi. Mu dinine göre Tanrı o kadar kutsal bir varlıktı ki, doğrudan ağıza alınamazdı. Bir sembol vasıtasıyla ifade edilmezse, sıradan insanlar tarafından idrak edilemezdi. İşte bu Yüce Varlığın sembolü, Güneş yani "Ra" idi . Tanrının güneş olduğu iddiasındaki tüm saptırılmış iddiaların ve güneş kültü diye nitelendirilen inanışların kökeninde yatan olgu budur.
Naacal öğretisinde Güneş doğrudan Tanrı değil, onun birliğinin ve tekliğinin kitleler tarafından daha iyi anlaşılması için seçilmiş olan bir semboldü. Sembollerin kullanılmasındaki bir diğer amaç da, belirli ifade tarzlarının kalıplaşmasını önlemek ve gelişmeler doğrultusunda sembollere yeni anlamlar yükleyerek, dinin bağnazlıktan ve doğmalardan kurtulmasını sağlamaktı. Ancak, uygarlık çöküp, ana kaynak yok olunca, zaman içinde "bu sembollerin kendileri putlaştı ve çok tanrılı dinlerin doğmasına neden oldu.Semboller vasıtasıyla tek Tanrıya tapınımı öğreten dinin büyük rahibi, dolayısıyla kutsal kardeşlik örgütünün de başı, Ra Mu'nun kendisiydi. Ancak imparatorun hiçbir Tanrısal kişiliği yoktu ve sadece konumu nedeniyle, sembolik olarak "Güneşin Oğlu" unvanını taşıyordu.
Naacal kardeşlerinin, öğretilerini yaydıkları ve yeni üyeleri inisiye ettikleri mabetler, kıtanın her yerine ve kolonilere dağılmış vaziyetteydi. Dev blok taşlardan yapılan bu mabetlerin damları yoktu ve bunlara "şeffaf mabetler" deniliyordu. Güneş ışıklarının inisiyeler üzerine doğrudan ulaşması için mabetlere dam yapılmıyordu. Bu da bir tür semboldü ve Ezoterik anlamı, Tanrı ile insan arasında hiçbir engel olamayacağı şeklindeydi.
![]() |
Bu diyagramda, tam merkezde bulunan daire Güneşin, "Ra"nın, yani tek Tanrının kollektif simgesidir. Üçgen içindeki daire, tanrının gözünün daima insanların üzerinde olduğunun, içice geçmiş iki üçgen, iyiliğin ve kötülüğün birarada bulunduğunun simgesidir. Bu üçgenlerden yukarı dönük olanı iyiye, yani Tanrıya ulaşmayı, aşağı bakanı ise yeniden doğuş yasası uyarınca geriye dönüşü remzeder. Her ikisinin birarada oluşturduğu altı köşeli yıldız, adaletin sembolüdür. Ayrıca bu yıldızın herbir ucu bir fazileti remzeder ve insan ancak bu faziletlere sahip olunca Tanrıya ulaşabilecektir. Altı köşeli yıldızın dışındaki çember, dünyadan başka alemlerin de bulunduğunu, bunun dışındaki 12 fisto ise, insanın uzak durması gereken 12 kötü eğilimi simgeler. İnsan ruhu, diğer alemlere geçmeden önce, bu 12 dünyasal kötü eğilimden kurtulmak zorundadır.
Atlantis'i kabul edip ona bir uygarlık payı tanıyan Albay Churchward,Orta Amerikayı karış karış incelemiş-bir defasında kanatlı bir yılanın saldırısına da uğramış- ve çözülemeyen Naskal (Mayaların kendilerine ait gerçekleri açıkladıkları belgeler) yazılarını okumuştur.Hindistan'da Tibet'te en uzak ve tanınmayan manastırlarda araştırmalrını sürdüren Albayı bir Hint bilgini eğitmiştir.Churchward,bir yerden sonra bilimsel yoldan iyice ayrılıp tutkusuna kapılarak gizemciliğe (occultisme) kaçar ve Mu kıtasını Lemurya ile karıştırır. Ayrıntılara girmeden önce hem Lemurya'yı hem de gizemcilerin bu hayali kayıp ülkeyle ilişkilerini açıklamaya çalışalım.
LEMURYA PALAVRASI |
Lemurya adı jeolojide ve sosyolojide ilkin 1860-1870 yıllarında geçiyor.Lemurya kıtasını destekleyen akımın başında Avusturyalı jeolog Melchior Neumayr'i zooloji uzmanı Philip Scalter'ı ve Alman Ernst Haeckel'i buluyoruz.Üçlünün çalışmalarından doğan görüşe göre 60 milyon yıl önce,merkezi Madagaskar olduğu sanılan bir kıta Hindistan'la Güney Afrika'nın arasında yükseliyordu.Bu görüşün çıkış noktası,çoğunlukla Madagaskar'da ve Hindistan'ın bazı bölgelerinde bulunan maymunların bir çeşit ilkel akrabası olan Lemurlere bağlıdır.Lemur cinsinin denizin ayırdığı iki ayrı bölgede bulunmasını açıklamak amacıyla 19.yüzyıl jeologları bağlantı görevini görebilecek bir kıta tasarlamışlardır.Lemurya görüşü yada mitos'u 1875 Albay Olcott'la Teozofi Derneğini daha doğrusu gizemci bir örgütünü kuran Helena p.Blavatksy'nin eline düşünce,hem yer değiştirmiş-Bayan Blavatsky onu Hint okyonusuna yerleştirmişti-hem de yepyeni özelliklere kavuşmuştu
Gizemci Blavatsky'ye göre Lemurya kıtasında yaşayanlar maymuna benzer,kimi dört kollu,kimi üç gözlü,yumurtlayan hermafrodit devlerdi.Bununla yetinmeyerek hayali çok geniş olan Bayan Blavatsky Atlantis'e kadar uzanıp oranın uygarlığınıda kendince bir gelişmeyle uydurmuştu;öyle ki Atlantis toplarla,projektörlerle donatılmış savaş gemileri ve uçaklar kullanan büyücülük ve telepati konularında uzman olan kişilerdi.
Chucward genellikle bu çeşit uç noktalara varmaktan kaçınmıştır.Amacı evrimi inkar edip,insanoğlunun doğuştan bilgi sahibi olarak yaratıldığını;tek bir üstün ırkın sonradan ortaya çıkan bütün uygarlıkları etkilediğini açıklamaktı.Tek ve üstün ırk kuramı her ne kadar bazı Atlantis taraftarları arasında rastlanıyorsada bu kuram hiçbir zaman aşırı noktalara itilmemiştir.Churcward değişik ırkları,uygarlıkları,dinleri tek bir kaynağa bağlayabilmek için epey uğraşmıştır.Şu var ki örnek olarak kullandığı belgeler ve bilgiler ya uydurulmuş ya da karıştırılmış,yanlış yorumlanmıştır.Üstelik, kaynak vermede de Albay titiz davranmıyor,eski bir yazıttan,bir manastırda gizli tutulan bir el yazmasından demeyi yeterli görüyor.En önemlisi başlı başına bir Mu alfebesi yaratıp bununla en değişik ve çeşitli eski yazı türlerini çözmeye kalkıyordu.
Not: Naacal Tabletlerinde yazanlar Mu Kıtasının bir zamanlar var olduğuna dair çok önemli kanıtlarmış gibi görünsede. Ancak.ortada bir problem bulunmakta: Bu tabletler yok, varsa da gören olmadı. Churchward, bu tabletlerin kendisine Manastırın baş rahibinin gösterdiğini söylemekte ama bu tabletlerin varlığına dair tek bir kanıt göstermemektedir. Bunu nedeni şunlar olabilir kanatindeyim
1-Churchward tüm bunları uydurmuş olması
2-Churchward ın olayı kendi tekelinde bulundurmak istemiş olması
3-Baş rahibin tabletleri başka birilerine göstermek istememesi (Zarar görmeleri endişesi ile )
Churcward ve Mu üzerine bu kadar durulmasının nedeni,Churcward'a kapılıp dev heykelleri Mu uygarlığına maletmek değil,Büyük Okyonus'ta batık bir kıtanın -varsa-izlerini aramaktır.
A.B.D. deniz kuvvetlerine ait ilk atom denizaltısı Nautilius dünyayı dolaştığında Paskalya Adası'nın yakınlarında denizin dibinde yükselen bilinmeyen bir dağ keşfetmişti.1965 yılında Kaliforniya Üniversitesi ve Deniz Kaynakları Enstitüsü adına araştırmalar yapan Prof.H.W.Menard da Paskalya Adsı yakınlarında bir tortu köprüsünün yükseldiğini belirtmiştir Washington'daki "Environmental Science Service Administration" da görevli jeolog Robert Dietz,Afrika , Güney Amerika,Antartik,Avustralya ve Hindistan'ın bazı kısımlarını kaplayan batık bir kıtanın haritasını çizmiştir.Dietz'in hesaplarına göre,bu kıta 150 milyon yıl önce vardı. Bu durumda Churcward'ın 12.000 yıl önce kaybolan,75.000 yıl önce en parlak dönemini yaşayan ve geçmişi 200.000 yılı bulan Mu kıtasından oldukça uzağız. Churcward, çoğu araştırmacılar gibi,eski efsanelere,geleneklere,mitoslara dayanmış,onları yorumlamıştır.Sonucun inandırıcı olmaması sistemin uygulanmasından değilde Albay'ın yorumlarından doğmaktadır.
Her ne kadar Churcward'ın ve arkeolog William Niven'in desteklediği Mu kıtası görüşü inandırıcı olmaktan uzaksa da Albayın hayali keşfin arkasında birtakım esrarlı gerçeklerin bulunduğu açıktır. Churcward'ın öne sürdüğü ilk ırk ve kayıp uygarlık görüşünü oldukça geniş bir kısmı , Mu'nun çocuklarından saydığı uygurlarla ilgilidir.Albay'a göre Uygur İmparatorluğu,Mu'dan sonra,Dünyanın tanıdığı en yüce imaparatorluk olmuştur. "Doğu'da Pasifik Okyonusu'na,Batı 'da bugün Moskavanın bulunduğu yere kadar uzanırdı;bir ara Orta Avrupa ve Atlas Okyonusu kıyılarına kadar genişlemişti...Uygur İmparatorluğu'nun en parlak döneminde dağlar alçacık,Gobi çölü de bol suların aktığı büyük bir yaylaymış.Uygurlar burada , baykal gölünün güneyinde,başkentlerini kurmuşlar.Çok eski kaynaklara göre daha birçok büyük şehirler kurmuşlardı.Bunlar ya bütünüyle yok edildi ya da bugün Gobi çölünün kumları altında yatıyor.M.Ö 500 tarihini taşıyan bazı Çin kaynakları Uygurları bize şöyle anlatırlar:Saçları sarı,gözleri maviydi,tenleri açık ve beyazdı;güney bölgelerinde yaşıyanların saçları ve gözleri ise koyuydu...Bir manastırda bulunan eski bir yazıta göre,Uygurların başkenti ve halkı imparatorluğun bütün doğu bölgelerini kaplayan bir tayfun tarafından yok edilmişti.." Churchward'ın sözünü ettiği kaynaklar hiç bilinmiyorsada Gobi çölünde,Kara Kota kalıntılarında bulunan 18.000 yıllık bir mezarla,Fransa'da Glozel'de 1925'te keşfedilen ve Uygur yazısıyla benzerlikler taşıyan tarih öncesi toprak çanaklar,Albay'ın birtakım gerçeklerede değinmiş olabileceği görüşünü desteklemektedir.
Batık Uygarliklari yakından incelediğimizde, dünya tarihine başka bir gözle bakmayı öğrenebiliriz.Batık kıta Mu'nun keşfedilmeseydi birlikte insanlığın ve dünyamızın tarihine daha farklı bir gözle bakmak zorunda kalıyoruz. Geçmişimizin ya da dünyamız üzerinde yaşamış olan uygarlıkların, bilinenden çok daha eski öldüğünü ve bu uygarlıkların; gelişmişlik düzeyi, kullandığı eşyalar vs. gibi birtakım arkeolojik bulgulardan çok daha önemli 'ezoterik' bilgilere sahip olduğunu göre bilmekteyiz. Bu sebeple, Mu Uygarlığının günümüzdeki tarih anlayışından daha derin bir anlayışla ele alınması gerekmektedir.
Bu büyük kıtanın varlığını kanıtlayan belgelere genel olarak baktığımızda şunlara rastlarız: Hindistan, Çin, Burma, Tibet ve Kamboçya'da bulunan çeşitli yazılar, kitaplar; Naakal tabletleri, kitabeler ve efsaneler; Yukatan ve Orta Amerika'da bulunan eski Maya yazıtları, tabletler, semboller ve efsaneler; Pasifik adalarında özellikle Tahiti, Samoa, Tonga, Cook gibi adalarda bulunan arkeolojik kalıntılar; Meksika ve Meksiko City yakınlarında bulunan tas tabletler; Kuzey Amerika'da bulunan ilkel Amerikancılar yazıları ve kitabeleri; eski Yunan filozoflarının kitapları. Bu belgelerden en önemlileri arkeologların da bilimsel belge olarak gördükleri pişmiş topraktan yapılmış tabletlerdir. Bu tabletlerdeki bilgilere göre; Mu Uygarlığı, Pasifik Okyanusunda var olan on binlerce yıl önce yeşermesi ve yaklaşık 12.000 yıl önce çeşitli depremler ve volkan patlamalarıyla birlikte sulara gömülmüş olan bir uygarlıktır. Atlantis kıtasıyla Mu kıtası hemen hemen ayni dönemde batmış olmasına rağmen Atlantis daha çok tanınır. Oysa bugünkü bilimsel bulguların ışığında, Mu kıtasının Atlantis'ten çok daha yaslı bir kıta öldüğünü, üzerinde yüz binlerce yıl pek çok kültürün oluştuğunu, bu kültürlerin Anakitadan Atlantis ve diğer bölgelere yayıldığını ve Dünya tarihinde en az Atlatmış kültürü kadar önemli bir yeri öldüğünü öğrenmiş bulunmaktayız. J. Churchward, Mu uygarlığının eldeki mevcut belgeler incelendiğinde 50.000 yıldan daha önce başladığını söylemektedir. Ve bu tarihi jeolojik araştırmalar da doğrulamaktadır.
Batık Uygarliklari yakından incelediğimizde, dünya tarihine başka bir gözle bakmayı öğrenebiliriz.Batık kıta Mu'nun keşfedilmeseydi birlikte insanlığın ve dünyamızın tarihine daha farklı bir gözle bakmak zorunda kalıyoruz. Geçmişimizin ya da dünyamız üzerinde yaşamış olan uygarlıkların, bilinenden çok daha eski öldüğünü ve bu uygarlıkların; gelişmişlik düzeyi, kullandığı eşyalar vs. gibi birtakım arkeolojik bulgulardan çok daha önemli 'ezoterik' bilgilere sahip olduğunu göre bilmekteyiz. Bu sebeple, Mu Uygarlığının günümüzdeki tarih anlayışından daha derin bir anlayışla ele alınması gerekmektedir.
EZOTERİZM |
Simdi biraz başa dönelim ve baş rahip Rishi'nin binlerce yıldan beri gizli kalmış bu tabletleri neden Churcward'e gösterdiğini, daha ileri giderek çözümlenebilmeleri için gerekli olan Naacal dilini niçin öğrettiğini düşünelim. Bu konuda ispatlanmış kesin bilgilere sahip değiliz. Ancak tabletler çözümlendiğini 15.000 yıl önce yazılmış bu tabletlerin Hindistan'a MU kıtasından Naacal rahipleri tarafından getirildiği ortaya çıkıyordu. Bunlara Naacal Kardeşlik örgütü de denmekteydi. Naacal'lar hem bilim adamı hem rahiptiler ve Mu ülkesinde yönetici koynundaydım. Mensubu oldukları ilk TEK Tanrılı dini (belkide şimdiki kaydıyla) hem kendi katlarında, hem kolonilerde yasayan insanlara daha rahat anlatabilmek amacı ile bu semboller dilini kullanıyorlardı. Bu dilin ezoterik, manalarini ise yalnızca imparator ve kendileri biliyorlardı.
Ezoterizmin Osmanlica karşılığı batinilik, Türkçesi içsel, içyüz anlamındadır. Ezoterizmin zıddı olan sisteme ise egzoterizm denir. Osmanlıca karşılığı harici, Türkçesi dissaldir. Ezoterik bilgi herkese verilmeyen, açıklanmayan, belli egitimlerden geçerek o bilgiyi almaya hak kazanan insanlara verilen bilgilerdir. Bu bilgilere ulaşabilmek için insan önce egzoterik bilgileri ögrenmekle başlar ve çabalarıyla zaman içinde ezoterik bilgileri almaya hak kazanabilir.
Ezotorik bilgiler genelde yazılı olmayabilirler ve bir ögreten, yol gösteren tarafindan sembollerle, belirli bir sistemle ögrenciye verilir ögretilirler. Buna inisiasyon denir. Bu kavram örnegin Saman-Türk geleneklerinde el vermek deyiminde manasını bulur. Çaglar içerisinde Mu dan baslayarak sırasıyla Atlantis, Uygurlar, Maya, Tibet, Hermes-Mısır, Hint uygarlığı, Rama, Babil, Pisagor, Saabilik, Eflatun, Yesevilik, Yeni Platonculuk, Kabbala, Ahilik, Mevlana, (ve diger batini ekollerin) kaynaginda ezoterizm ve ezoterik bilgiler yatar. Churcward Naacal tabletlerini çözümlediginde ilk olarak Pasifik okyanusunda Asya ile Amerika arasında büyük bir kıtanın varlığını ortaya çıkardı.
MUDA KOLONİLEŞME |
Bu kıta günümüzden yaklaşık 200.000 yıl önce üzerinde belki de ilk insanı barındırmaya başlamıştı. Kıtanın toprakları o kadar geniş ve bereketli, hava o kadar ılıman ve güzeldi ki her şey hızla çoğaldı. Yıllar çağları, çaglar bin yılları kovaladı ahenk ve güzellikler içerisinde. Günümüzden 70.000 yıl önce Mu kıtası yaklaşık 60.000.000'dan fazla insanı barındıran dev boyutta bir kıta olmustu, hayvanı, bitkisi aynı zamanda teknolojisi ile. İlk kolonileşme yeni yerler arama dürtüsü bu yıllara rastlar.
Bu hareketlenmenin sonunda batı ve dogu yönünde iki göç yolu,iki büyük koloni ortaya çıkar. Churcward'ü toplam 50 yıl süren bu araştırmalarında hiçbir şey arkeolog William Niven'in 1921-1923 yıllarında Meksika'da ortaya çıkardığı tabletler kadar etkilemez ve gerçeğe yaklaştırmak. Niven, Meksika'da eski çaglara ait çok fazla tablet bulmustu. Bütün bunların çözümlemesi Naacal lisanı ile yazıldıkları için ancak Churcward tarafindan yapılabildi. Böylece Mu kıtası, göç yolları ve batışı hakkındaki bilgiler bütünün eksiklerini tamamlayarak, bilimin hizmetine sunulabilir. James Churchward, Willam Niven'i günümüz bilimlerine, kendisine ışık tutan, katkıda bulunan çalışmalarından dolayı sevgi ve saygı ile aşmaktadır. Belki de Niven'in buluşları olmasa Churcward çalışmalarını bu kadar ileri götüremeyecekti.MU’lular denizcilikte ileri olup, dünyanın en uzak yerlerine bile, hava taşıtları olmalarına rağmen genellikle deniz yoluyla giderlerdi. Anakıta kalabalıklaşmaya başlayınca MU’nun denizcileri arasındaki bazı hırslı ve girişken gruplar yeni ve yaşanabilir adalar buldular. Böylece MU kültürü önce kolonilere, oradan da tüm dünyaya yayılmış oldu. MU’dan giden koloniciler kesinlikle sömürgecilik anlayışı taşımamışlardır. Bir koloni, Anakaranın denetimi altında kendini yönetecek kadar geliştiği zaman bir koloni imparatorluğuna dönüşüyor ve buraya bir hükümdar atanıyordu. Hükümdarın ünvanı, ”Güneş’in Oğlu”ydu; bu ona Anakara tarafından verilen ve Mu’nun yani “Güneş İmparatorluğunun” tebasından ya da onun oğlu olduğu anlamına gelen bir ünvandı. Adadan ayrılanlara “Mayalar” adı verildi. James Churchward ilk MU kolonisinin ne zaman kurulduğu hakkında kesin bir tarih bulamamıştır. Tarihlendirilebilen ilk koloni Mısır’daki Nil deltasında yerleşmiş olan “Maya Kolonisi” yaklaşık 16. 000 yıl önce kurulmuştu. Kolonileşmede başlıca iki ana deniz yolu izlendi. İki esas istikamet, MU’dan hareketle Doğu ve Batıydı.
a-Doğu Kolonileri:
Doğu yönünde ilk yerleşimler, bugün Kuzey ya da Orta Amerika’nın Batı sahilleri olarak bilinen yerlerde gerçekleşmişti. MU’dan çıkan iki temel hat bulunuyordu. Bunlardan ilki MU’dan Yukatan’a ve Orta Amerika’ya oradan Atlantis’e kadar uzanıyordu. Diğeri ise; Atlantis’ten Akdeniz ve Anadolu’ya sonra da Çanakkale Boğazı yoluyla Karadeniz’in güneydoğusuna dek gitmekteydi.
Anakaranın güney doğu kısımları Karya ülkesiydi. MU’nun güney doğusundan çıkan, Karaib Denizine adını veren ve beyaz ırk olan grup Karalar ya da Karyalılar olarkak bilinen gruptu. Bunlar Anadolu’ya kadar göç ettiler ve Troyalılar ile Anadolu’nun ilk yerlilerini ve Yunanlıların atalarını oluşturdular. Günümüz tarihine baktığımızda ise Anadolu’da Karyalıların adına ancak M.Ö. 7. yüzyılda raslıyoruz. Anadolunun güneybatı kıyısında yer alan bölgeye günümüz arkeologları Karia (Karya) adını vermektedirler. Karyalılar kendilerini Anadolunun yerli halkı olarak tanıtmaktadırlar, ancak kullandıkları dil bugün hala tam olarak çözülememiştir. Mu’dan hareket eden bir grup Karyalılar ise Orta ve Güney Amerika’ya yerleşti, bir kısmı da Doğu Afrika’ya kadar uzanarak çoğunlukla zencilerin atalarını oluşturdular.
b-Batı Kolonileri:
Batı kolonileri ise ilk olarak, Asya’nın Doğu kıyılarında ortaya çıktılar. En bilineni, J. C’ın asıl güney yolu dediği Birmanya, Hint, Babil ve yukarı Mısır yoludur. Bu yolu izleyenler asıl Nagalar’dı, ama sonraları yerleştiklerin yerin ismini aldılar. Özellikle Hindistan’a gelen Nagalar, oradan Basra körfezini geçerek Fırat nehri ağzına yani bugünkü Mezopotamya bölgesine geldiler. Orada yerleştikleri bölgede kendilerine Sümer, Akad gibi isimler verdiler. Yani günümüz tarihinde bilinen Mezopotamya Uygarlıklarından; Babil, Akad ve Sümerler MU’dan göç eden Naga-Mayalardı. Babil kelimesi Naga dilinde Güneş Şehri anlamına geliyordu. Bu bilgilere göre Mezopotamya Uygarlıklarının tarihi 18. 000 yıl öncesine indirilebilmektedir. İkinci yol, MU’dan Malezya Adaları’na sonra Güney Hint’e (Dravidalar olarak) ve sonunda Afrika’ya gider. Afrika’daki koloni Güney Nubi’de yerleşerek, bugünkü Mısırlıların ataları oldular.
Diğer bir kolonileşme akımı Kişe-Mayalar tarafından Malezya Adalarından hareketle başka bir yol izleyerek başlar, nitekim Orta Amerika’da, Güney Amerika ve güney denizlerindeki adalarda onların izleri bulunmuştur. Japonlar, Kişelerin kollarından biridir. Bir diğer yol ise, Asya’nın kuzeyine yerleşen Moğolların yoludur.
MU’dan hareket eden en önemli batı yolu, kuzey kolonileşme hattı idi ve Ari ırkının ataları tarafından takip edilmişti. Sonradan Uygur Türkleri olarak bilinen bu insanların Orta Asya’daki ilk yerleşim merkezleri Baykal gölünün güneyindeki Orhun ve Selenga ırmaklarının bulunduğu bölge olmuştur. Uygur İmp. MU’ya ait olan koloni İmparatorluklarının ilki, en büyüğü ve en önemlisiydi. Oysa günümüz tarihi Uygurlardan VI. yy. dan itibaren söz etmeye başlar. Uygur İmparatorluğu, doğuda Pasifik Okyanusuna, batıda bugün Moskova’nın bulunduğu yere kadar uzanıyordu. Uygurlar’ın tarihi, bir bakıma, Ari ırkın tarihidir, zira hakiki Ariler Uygurlar’dan gelirler. Uygurlar Orta Amerika’da, üçüncü devirde, zincir halinde yerleşme yerleri kurdular. Büyük manyetik felaketler ve dağların yükselmesiyle yıkılan İmparatorluktan sonra geride kalanlar ve onların soyları, Avrupa’da yeni koloniler kurdular. Slavlar, Tötonlar, Keltler, İrlandalılar, Brötonlar ve Basklar, hepsi Uygurlar’dan gelmişlerdir. Açık tenli, beyaz derili, mavi gözlü ve özellikle kuzeyde sarı saçlı olan Uygurlar, MU’nun ilk koloni İmparatorluğu oldular. Uygurlar, İmparatorluğun yaklaşık yarısını, Mu batmadan önce yitirmişlerdi. Diğer yarısı ise, Mu’nun batışının sonucunda silinmeye yüz tutmuştur.
Zaman içinde, Uygur İmparatorluğu içinde dallanmalar meydana gelmiş, Hindistan’a, Çin’e Afganistan ve İran yoluyla Anadolu’ya ve Balkanlara göçler olmuştur. Uygur kökenli göçler birtakım doğal olaylar sebebiyle olmuştur. Bugün bir çöl olan Gobi bir zamanlar bir iç denizdir ve bölge zengin ağaçlarla, meyvelerle ve hayvanlarla doluydu. Yeni oluşumların ardından meydana gelen yükselişlere paralel olarak oralarda çöküşler oluşmuştur. Gobi’nin çölleşmesine sebep olan iki tane büyük deniz Hazar ve Karadeniz’dir. Hazar ve Karadeniz o zamanlar dağlık bölgelerdi. Çökmeler başlayınca Gobi’nin suları da çekildi. O sular Karadeniz ve Hazar Deniz’inin meydana gelmesine sebep oldu. Bugün Karadeniz’in dibi hayvan cesetleriyle doludur ve bu yüzden zehirlidir.
J. C tarafından Tibet manastırlarından birinde keşfedilen Naakal arşivleri, 70. 000 yıl önce, Naakaller tarafından, Anavatan’ın kutsal ve vahye dayalı yazılarının kopyalarının Uygur başkentine nasıl getirildiğini anlatır.
Churchward, kolonileşmenin Mu’nun batışından 70.000 yıldan daha fazla bir zaman önce başladığı görüşündedir. Zira doğudaki Naakal tabletleri, “kutsak kardeşler” in (Naakaller) din ve bilimleri doğuya 70.000 yıl önce getirdiklerini bildirmektedir. Denizci kimseler olan MU’luların karakteristik bir özelliği, bir yere göç ettikleri zaman, yolculuklarında daima deniz, su yolunu seçmiş olmalarıydı.
Mu kıtasından çıkan ve batıya giden bir göç yolu Uygur İmparatorluğunu ortaya çıkarmıştır. İmparatorluk Asya ile Avrupa nın çok büyük bir bölümünü kapsamakta idi ve Mu'nun en büyük kolonisi idi. Uygur imparatorluğunun sınırları zaman içerisinde Avrupa üzerinden Atlantik kıyılarına kadar ulaştı. IÖ.1000'li yıllardaki Çin belgeleri Uyurların 17.000 yıl önce uygarlıklarının zirvesinde olduğunu söyler.
İkinci göç yolu kıtaya göre doğuya giden, meksika'nın güneydoğusundan Atlantis kıtasına geçen yoldur. Atlantis-Uygur'la birlikte ikincil, ilk anakara dır. Mu'dan çıkan doğu koloni yolları Atlantis'ten sonra Atlantik Okyanusu'nu geçerek Akdeniz'e ulaşmış ve burada bugünkü Fas, Tunus, Cezayir, Yunanistan ve Mısır'a kollar vererek Anadolu'ya ulaşmıştır. Churcward'ün derlemiş olduğu haritalar incelendiğinde çağlar boyu medeniyetlerin beşiği olan Anadolu'nun hem Uygur İmparatorluğu hem de Atlantis üzerinden gelen göç yollarının adeta bir harman yeri olduğunu görüyoruz. Bu da aslında Anadolu, Sümer, Babil, Asur, Grek uygarlık etkilenmelerimden çok daha önceleri tarihin derinliklerinde Mu, Uygur, Atlantis, Anadolu uygarlık etkileşimleri olduğu gerçeğini ortaya çıkarmaktadır. Bu gerçeği teyit eden bir başka buluş ise Prof. Ralph Solecki nin 1957 yılında ortaya çıkardığı buluntular dir. Solecki Toros dağlarından başlayan, Ağrı Dağına doğru devam eden buradan güneydoğuya Zagros Dağlarına (Irak, Iran sınırı) inen, buradan da güneybatıya Suriye, Lübnan'a doğru bir kavis çizen dağlık arazilerde (Solecki buna uygarlık kavisi demektedir) Sanidar magarasinda 44.000 yıl öncesine ait 9 iskeletle birlikte, modern insana ait kanıtlar bulmuştur. Solecki'nin ifadesine göre bu kavis'te günümüzden 13.000 - 100.000 yıl öncesine ait daha çok sayıda mağara gün ışığına çıkarılmayı beklemektedir. Onbinlerce yıldan beri bir çok medeniyete ev sahipliği yapmış ANTAKYA'nin geçmişinin genelde ve haklı olarak IÖ.333 yılında Pers hükümdarı Darius'u Issos savaşında mağlup eden Iskender'in bu toprakları tanıması ile başladığı zannedilir. Bu daha önceki bin, on bin yıllara ait araştırmaların, buluntuların araştırmayı yapanların çalışmalarını ve neticelerini yeterince tanıtamamalarından veya bütün bunların dar bir çerçevede, çevrede kalmasından kaynaklanmaktadır. Bunun ötesinde yapılan bu çalışmalara, araştırmalara verilen lokal ve genel destekler, olayların ciddiye alınıp algılanması da moralite yönünden araştırmacıların cesaretlendirmesi ve genel paylaşılmasında pozitif bir rol oynayacaktır.
ARKEOLOJİK KANITLAR |
Niven ve Churchward'in bulduğu tabletler dışında Mu'ya ilişkin diğer bilimsel belgeler ise şunlardır: Daha önce Mu kıtası ile ilgili muhtemel izlerden bahsetmiştik. Şimdi de varlığına dair kanıtlara değineceğiz.Mu kıtası ile ilgilenen araştırmacılar kanıt olarak şunları göstermektedir ; Naakal tabletleri, Meksika (Zümrüt) tabletleri, Troano el yazması, Cortesianus kodeksi, Palenk tapınağı, Lhasa belgesi, Baal yıldızı yazıtı, Popol-Vuh, Uxmal tapınağı, Meksika ( Xochicalo ) piramidi, Akab-Dzib, Timeaus Kritias, Pasifik'teki adalar, su altındaki piramit, Kambay Körfezi'ndeki batık kent.
Meksika (Zümrüt) tabletleri ; Amerikalı arkeolog William Niven tarafından keşfedilip, James Churchward tarafından deşifre edilmiş tabletlerdir. Şuan Mexico City Arkeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir. Naakal tabletleriyle büyük oranda aynı bilgileri içerdiği iddia edilmektedir
Troano El Yazması ; Yukatan'da ( bazı Maya kentlerinin yer aldığı Meksika'daki yarımada ) bulunan Mayaca yazılmış bir kitaptır. 1864 yılında bilim adamı Abbe Brasseur de Bourbourg tarafından bulunmuştur. Amerika'nın keşfinden sonra İspanyolların çıkardıkları yangınların sonucunda geriye kalan 4 kitaptan biridir.Kitap 3500 yıllıktır ve 50 sayfadan oluşur. "Mu kıtasından söz eden!" en eski kayıtlar bu kitapta yer almaktadır. Günümüzde İngilitere'de British Museum'da bulunmaktadır.
Cortesianus Kodeksi ; mevcut en eski Maya kitaplarından biridir. Troano el yazması ile hemen hemen aynı dönemde yazıldığı tahmin ediliyor. Madrid'teki Amerika Müzesi'nde sergilenmektedir. Cortesianus kodeksinde yazılanlara göre, oldukça korkunç bir tufan, okyanusta yer alan büyük bir adayı, üzerindeki milyonlarca insanla beraber suya gömmüştür.
Lhasa Belgesi ; arkeolog Schlieman tarafından Tibet Lhasa'da bulunmuştur. Bu belgede ilginç bir bilgi olarak " Şimdi deniz ve gökyüzünden ibaret olan yere Baal yıldızı düştüğü zaman altından giriş kapıları ve şeffaf mabetleri olan yedi şehir fırtınaya tutulmuş yapraklar gibi sarsılmaya ve savrulmaya başladılar ve yetmedi, saraylardan bir ateş ve duman seli yükseldi. Kalabalıkların acı çığlıkları etrafa yayıldı. Mabetlere ve yüksek yerlere sığındılar ve bilge Mu ayağa kalktı ve onlara şöyle dedi : ' Bütün bunların olacağını önceden haber vermemiş miydim? ' ve kıymetli taşlar ve pırıltılı giysiler içindeki kadın ve erkekler 'Mu kurtar bizi ' diye yalvardılar ve Mu cevap verdi:' Bütün o hizmetkarlarınız ve şatafatlarınızla birlikte öleceksiniz ve sizin küllerinizden yeni uluslar can bulacak. Eğer onlar da üstünlüğün bir şeyler edinmekle değil, vermekle kazanıldığını unuturlarsa, aynı şey onların da başına gelecek.' Alevler ve dumanlar Mu'nun sözlerini yuttu; ülke ve üzerindekiler darmadağın oldu ve diplere doğru çekildiler. Bu ateş cehennemine düşüp 50 milyon kilometre kare alanı kaplayan bir su kütlesi dört taraftan üzerine çöktü. Artık Mu yoktu." yer alıyordu.
Popol-Vuh ; bir Maya el yazmasıdır. Mayaların kutsal kitabı olarak kabul edilmektedir. Binlerce yıllık bir kitaptır. Popol-Vuh'ta büyük bir doğal afetten bahsedilmektedir. Anlatılana göre ; büyük bir rüzgar gelir. Bu çok sıcak bir rüzgardır. İnsanlar, tanrıları tarafından ölüme mahkum edilmiştir ve büyük bir ateş, zehir, taş yağmuru göklerden yağar. İnsanların tırnakları dökülür, derileri soyulur, etleri çürür. Sonra da sıcak rüzgarlar gelir ve hepsini eritir.
Baal Yıldızı Yazıtı ; Mezopotamya'da yapılan arkeolojik kazılarda çıkarılmıştır. Yaklaşık 4.000 yıllıktır. Akad uygarlığına aittir. Şuan Kahire Arkeoloji Müzesi'ndedir. Büyük oranda Lhasa Belgesi ile benzer bilgiler yer almaktadır. "Ölümden kaçanlar mabetlere sığınıyorlar." , " Büyük Mu kurtar bizi." , " Mu karşılık verdi: 'Hepiniz ölüyorsunuz... Eserlerinizle, hazinelerinizle, bütün servet ve samanınızla birlikte mahvolacaksınız.'" , " Şehirler, halklarıyla birlikte yok oldular." gibi.
Timaeus Kritias ; Platon'un bir kitabıdır. Tarihte Atlantis'ten, ilk kez Platon'un bu kitabında bahsedilmiştir. Kitapta aynı zamanda şu ifade de yer almaktadır. "Mu ülkesinde 10 halk vardı."
Manetho Papirusu: Mısırlı rahip-tarihçi Manetho’ya ait bir papirüs, Atlantis bilgeleri’nin idaresindeki 13.900 yıllık bir döneme göndermede bulunuyor.
Bu papirüs, Mısır tarihinin başlangıcına denk gelen, yaklaşık 16.000 yıl önceki bir dönemi, Atlantis uygarlığının zirvesi olarak kaydediyor. Papirüste sözü edilen Bilgeler, Atlantis krallarıydı. 13.900 sene hüküm sürdüler. Atlantis 11.500 yıl önce yok oldu. O halde 25.400 yıl önce Atlantis bir krallıktı. Semboller, haritalar, fotoğraflar ve açıklamalarıyla ‘Batık Kıta Mu’nun Çocukları’adlı kitap kayıp bir uygarlığın izlerini günümüz dünyasında sürüyor. Bütün hayatını Mu Uygarlığını ortaya çıkarmaya adayan James Churchward, elli yılı aşkın bir zamanı içeren araştırmalarının sonuçlarını ve elde ettiği belgeleri ‘Batık Kıta Mu’ adlı eseriyle ortaya koymuş ve Atatürk bu eseri önemli bularak bizzat incelemiş, Mu Uygarlığının kökenlerinde Türklerin ilk ayak izlerini bulmaya çalışmıştır.. Yaklaşık 12.000 yıl önce battığı varsayılan Mu Uygarlığının izlerini süren ve bu uğurda hemen bütün dünyayı dolaşan James Churchward’ın ortaya koyduğu belgeler karanlık tarihe ışık tutmakla kalmıyor aynı zamanda başka coğrafyalarda yaşamış başka kültürlerin Hint, Peru, Maya, İnka, Mısır ve daha pek çok uygarlığın ortak motiflerinin kaynağını işaret ediyor.
Bronz Heykeller: Mu kıtasıyla ilgili arkeolojik buluntuları incelediğimizde ilk olarak James Churchward'ın sözünü ettiği iki bronz heykelcik ile karşılaşmaktayız. James Churchward’a göre bu heykelcikler Anakara’da ya da eski Uygur kentlerinden birinde yapılmış olmalılar. Bu heykeller, büyük yönetici Mu’nun simgesidir. Bu heykelcikler eğer Uygur kökenli ise, 18.000 ile 20.000 yıl kadar eski, Mu kökenli ise de, yaşının tahmin edilmesi bile mümkün değildir. Heykellerin işçiliğindeki incelik dikkat çekicidir.
Asalar: Britanya Müzesi’nde Mu’da imal edildiğine hiç kuşku olmayan üç asa bulunmaktadır.(Aşağıda bir tanesinin resmii verilmiştir)
Uxmal Tapınağı ; eski Maya halkları tarafından inşa edilmiş bir tapınaktır. James Churchward'a göre bu tapınak 11.500 yıldan daha eskidir. Tapınağın bir duvarında şu şekilde bir yazı yer almaktadır :" Bu yapı, Mu'nun batı ülkelerinin Kui ülkesi denen toprakların, kutsal sırlarımızın doğum yerinin anısını korumak için inşa edilmiştir."
Meksika ( Xochicalco ) Piramidi ; Mexico City'nin 90 km güney batısında yer almaktadır. Churchward, piramidin üst bölümlerini şu şekilde deşifre (tercüme) etmiştir: " Bu piramit Mu'nun ilk yurdu olan batı ülkelerinin ve onunla birlikte yok olan bütün insanların anısını yad etmek üzere kurulmuştur" . Le Plongeon da buradaki bir taş yazıtı benzer şekilde tercüme etmiştir. Akab-Dzib ; Meksika'da Chichen Itza şehrinde yer alan yapıdır. Bu yapının odalarından birinin kapısındaki tahta plakada "Korkunç Kasvetli Belge" yazmaktadır. Churchward'a göre bu yazı :" Batı ülkelerinin (Mu'nun) depremle temellerinden sarsılışının ve sular tarafından kuşatılmasının bir tasviridir. " ( Yazının hiyeroglif olduğunu unutmayalım. Sembollerle ifade edilen yazı. )
Palenk Tapınağı ; çok fazla zarar görmeden günümüze kadar gelmeyi başarmış bir Maya tapınağıdır. Meksika'da yer alır.Truva antik kentinin kaşifi Schliemann, araştırmaları sonucu, Palenk Tapınağı'nın duvarında deşifre ettiği bir yazıda "6 Kaan yılı Zak ayı 11 Maluk günü başlayan korkunç yer sarsıntısı 13 Şüen'e kadar devam etti. Limon ve Mu kıtaları felakete kurban gitti. Mu ülkesi iki kere kalktıktan sonra bir gece çöktü, üstünü sular kapladı. Toprak birkaç defa havaya kalktı ve oturdu. Felaket 64 milyon insanın ölümüne neden oldu." ifadesi yer alıyor.
Akab-Dzib ; Meksika'da Chichen Itza şehrinde yer alan yapıdır. Bu yapının odalarından birinin kapısındaki tahta plakada "Korkunç Kasvetli Belge" yazmaktadır. Churchward'a göre bu yazı :" Batı ülkelerinin (Mu'nun) depremle temellerinden sarsılışının ve sular tarafından kuşatılmasının bir tasviridir. " ( Yazının hiyeroglif olduğunu unutmayalım. Sembollerle ifade edilen yazı. )
Nan Madol, bir mercan kayalığı üzerine inşa edilen tek bilinen antik kenttir. Pedro Fernandes de Quiros, adaya ayak basan ilk beyaz adam ve Nan Madol kalıntılarını görmüştü. İnşaatın 1,500 yıl önce başladığı düşünülmektedir ve Suudeleur halkı Pohnpei’nin yanındaki suya 92 ada inşa etmiştir. Taş duvarlı şantiye çekirdeği, yaklaşık 1.5 km uzunluğunda ve 0.5 km genişliğinde bir alanı kaplar ve gelgit kanallarıyla çevrili yaklaşık 100 yapay adacık – taş ve mercan dolgu platformları içerir. Nan Madol ismi, “aradaki boşluklar” anlamına gelir ve harabeleri çaprazlayan kanallara atıfta bulunur.
Orijinal adı Soun Nan-leng (Cennet Resifi), Gene Ashby’ye göre bir Ada Argosy adlı Pohnpei kitabında. Bu inanılmaz yapılar, eski insanın yaratıcılığını, zekasını gerçekten temsil eder ve Mısır’daki piramitlerin inşasına çok uygundur. Bugüne kadar, araştırmacılar ve arkeologlar bu megalitik yapıları gözlemlediler ve kendilerine nasıl yapıldığını sordular. Daha da şaşırtıcı olan şey, araştırmacıların Nan Madol’ün yapımında kullanılan taşların birçoğunun kökenini, henüz bilinmeyen, inanılmaz yapıların bu inanılmaz kompleksinin gizemine eklediğini henüz belirlememiş olmalarıdır. Karbon tarihlendirme Nan Madol inşasının 1200 civarında başladığını gösterirken, kazılar bölgenin M.Ö. 200’e kadar işgal edildiğini göstermektedir.
“Sütunları buraya nasıl getirdiklerini bilmiyoruz ve duvarları inşa etmek için onları nasıl kaldırdıklarını bilmiyoruz. Çoğu Pohnpeian, onları uçurmak için büyü kullandıklarına inanıyorlar. ”-Rufino Mauricio
Bir arkeolog ve eski UNESCO Asya ve Pasifik danışmanı Richard Engelhart “Nan Madol, Dünya Mirası Listesi’nde yer almayan en önemli sitelerden biri” diyor.
Fakat bu yapıları daha da inanılmaz kılan şey, o zamanlar Pohnpei nüfusunun büyüklüğü (30.000’den az kişi) göz önüne alındığında, Nan Madol’ün yapımı, Büyük Piramitlerin eski Mısırlılar için olduğundan daha büyük ve daha dikkat çekici bir çabadır. Daha da büyük olan gizem, Nan Madol’un inşaatçılarının taşları belirlenen taş ocaklarından inşaat alanına nasıl taşıdıklarıydı? ( bu taşların ağırlığı beş ila on ton arasında değişiyordu). Bu gerçekten bir gizem. Nan Madol, bölgedeki megalitik mimarinin kalıntılarını temsil ediyor, arkeologları taşların kalitesiyle şaşırtmıştı ve gerçekten de dünyadaki gizemli ama yine de güzel bir yer.Mikronezya’da bulunan bu megalitik sitenin asıl amacı neydi?
Paskalya (Easter) Adası:Mu’dan arta kalan anıtlardan en ilgi çekici olanları ise Paskalya adasında bulunan dikili dev heykellerdir. En büyük heykel henüz bitmemiş durumda bir taş ocağında bulunmuştur ve yüksekliği 20 m.’dir. Diğer heykellerin çoğu 50 ton ağırlığında ve bazıları 10.5 m. boyunda olup sayıları 600’e yakındır.
Ada yerlileri herhangi bir yazı şekli kullanmamalarına karşın, adada çok eski tabletler mevcuttur. Bu tabletlerdeki yazıya Dünya’da bir tek yerde, Paskalya adasından oldukça uzakta bulunan, Mu kolonilerinin bulunduğu Hindistan’da İndüs Vadisi’nde raslıyoruz. aralarındaki küçümsenemeyecek uzaklığa karşın Paskalya adasında rastlanan yazı şekli arasında büyük bir benzerlik görülmektedir.Bu iki yazının karşılaştırması yapıldığında bunların birbiriyle ilişkisi gözle görülebilecek şekilde somutlaşmaktadır.Bugün Paskalya adası olan yer o günlerde Mu kıtasının bir parçasıydı ve bugünkü yerlilerin o heykelleri yapan kişilerle bir akrabalığı yoktu. Bugünkü yerliler o heykelleri yapanlardan çok daha alt bir uygarlık seviyesinde yer alırlar.
Tüm bu belgelere dayanarak, özellikle Churchward'in bulduğu tabletlerdeki yazılar ayrıntılı olarak 'Dünya ve insanin yaratılışını ve insanın ilk zuhur ettiği yerin Mu olduğunu ifade ediyorlardı. Bu tabletlerdeki yaratılış öyküsü kutsal kitaplardaki yaratılış öyküsüne çok benzer bir şekilde anlatılmıştı. Ayrıca; kayıp kıtanın Pasifik Okyanusunda, Amerika ve Asya kıtaları arasında bulunduğunu, Kuzey Hawaii'den Fiji ve Paskalya adalarına kadar uzandığını, doğusu ile batısı arasında 9.500 km, kuzeyi ile güneyi arasında yaklaşık 4.500 km'lik bir mesafe olduğunu anlatıyordu. Kıta deniz ve boğazlarla birbirinden ayrılan 3 ana kara parçasından oluşuyordu. Pasifik Okyanusuna tek tek ya da gruplar halinde dağılmış kayalık adaların tümü, bir zamanlar Mu kıtasının birer parçasıdırlar. Bu kıta üzerinde yasayanlar yeryüzünü kolonize etmişlerdi. Mu kıtası bundan 12.000 yıl önce korkunç yer sarsıntılardan sonra, su ve ateş girdapların içinde kaybolup sulara karışmıştı ve beraberinde 83.000 yıllık bir uygarlığı da götürmüştü.
MU BATIŞ NEDENLERİ VE TEORİLER |
a) Jeolojik Sebep:
MU kıtasının batışı bir anda olmayıp kademeli olarak gerçekleşmiştir. Yerküre kabuğunun temel kayası olan granit, muazzam boşluklar veya yüksek seviyede patlayıcı özelliği arz eden volkanik gazlarla dolu cepler yüzünden kalbura dönmüş haldedir. Bu cepler boşalıverince ara bölmeler, ayakta tuttukları kara parçasının sulara gömülmesine yol açacak şekilde çökmüştür. Churchward’ın araştırmalaları, bu kadim uygarlığa ağır bir darbe indirmiş olan felaketin, kıtayı dik tutan ve birbirlerinden ayrı durumda bulunan, ama birbirlerine çatlaklarla veya yarıklarla bağlı olan bir dizi üst cepteki gazların boşalıvermesi sonucunda meydana geldiğini ispatlamaktadır.
İlk volkanik infilaklarla meydana gelen depremlerden MU’nun daha çok güney bölgeleri zarar görür. Depremden ortaya çıkan dalgalar güney şehirlerini yok eder. Volkanik patlamalar bir zaman sonra durur; yıkılan yerler yeniden yapılır, sosyal faaliyetler yeniden başlar. Ancak birkaç nesil sonra yeniden başlayan depremler kıtanın geride adacıklar bırakıp tümüyle batmasına neden olarak, bu uygarlığın sonunu getirir. MU’nun tümüyle batışı “Troano Belgesi”ne ve “Uxmal Mabedi” kayıtlarına göre11.500-12.000 yıl önce vuku bulmuştur.
b) Ezoterik Sebep :
MU Uygarlığının batış nedenlerini Dr. Bedri Ruhselman Neo-Spiritüalizme dayanarak şöyle açıklamıştı:
MU Medeniyeti, zamanının en son realitesine varmıştı. Bunun bir üst plana çıkabilmesi için, dünyada mevcut her olayda olduğu gibi, esas olan bir teşevvüş devresine girmesi gerekirdi. Ve nitekim J.C’ın dejenerasyon dediği ve bizim de teşevvüş diye nitelendirdiğimiz olay zamanın realitesini aşmak için ortaya çıkmıştır. J. C’a göre ise; Dünyada hiç bir millet, MU’lular kadar kendi inançlarına bağnazca bağlanmamıştır. Tibet’te bulunan “Lhasan Belgesi”nde kıtanın batışı şöyle anlatılmaktadır: “Şimdi deniz olan yere yıldız düştüğünde, yedi kent altın kapıları ve saydam tapınaklarıyla fırtınadaki yapraklar gibi sallandı. İnsanların çığlıkları ortalığı kapladı. Tapınaklara koşarak kurtuluş aradılar. Bilge RA-MU kalktı ve onlara şöyle dedi: ‘Sizlere bütün bunları önceden haber vermedim mi? Hepiniz öleceksiniz ve yeni bir nesil doğacak . O nesil üstünlüğünün, üzerine giydiği şeylerden olmadığını, kendisinin feda etmiş olduğu şeylerden meydana geldiğini unuttuğu an, sizlerin başına gelenler, onların başına da gelecek.‘ Dünyanın büyük idarecisi MU kıtası, depremlerle sarsıldı. Kıta iki kere kalktı ve ateşler içerisinde gözden kayboldu. ”
Şimdi bu bilgiye göre diyebiliriz ki; Bir medeniyet ne kadar yüksek, ne kadar parlak ne kadar kapsamlı olursa olsun, eğer bağnaz denecek kadar bağlı ve hareketten yoksun kalırsa, o medeniyet dejenerasyona düşmeye yüz tutar. Bu bir tabiat kanunudur. J. C diyor ki: MU medeniyeti asla dogmatik değildir. Buna rağmen son zamanlarda sanki dogmatik bir bağnazlıkla realiteler dondurulmuş ve putlaştırılmıştır. Böylece o güzel realiteler, yerlerini hurafelere ve batıl inançlara terk etmiş ve dejenerasyon başlamıştır.
Diyebiliriz ki; Bir uygarlık ne kadar geniş kapsamlı, kütlesel ve ne kadar büyük olursa, ondan önce gelen dejenerasyon devresi de o nisbette ağır ve tahammülü güç bir görüntü arz eder. demek ki MU medeniyetinin yıkılması bir icaptır.
Yaklaşık 50 yıl boyunca 20’den fazla ülkeye giderek Mu uygarlığı hakkında veri toplayan James Churchward’un ve Mu varsayımını destekleyenlerin Mu uygarlığı hakkındaki görüşleri kısaca şöyle özetlenebilir:
BATIK KITA MU' NUN SAKINLERI ANTAKYA'NIN ILK ZIYARETÇILERI MIYDILER ? |
Üzerinde yasadığımız Anadolu toprakları birçok uygarlığın beşiği olmuştur. Ayrıca Anadolu'nun güneydoğusundaki Mezopotamya bölgesinde kurulan Sümer, Babil, Asur gibi önemli uygarlıklarla da sürekli bir etkileşim içinde bulunmuştur. Ancak bilinen tarihin biraz daha derinlerine inip baktığımızda (özellikle Anadolu'da) bugüne kadar pek dikkate alınmamış Batik Uygarlıklarla Anadolu arasındaki bağlantı oldukça dikkate değerdir.Ezoterik bilgilerimize göre Doğu ve Batı uygarlıklarının iki ana kaynağı vardır. Bunlardan biri Atlantis diğeri de büyük Anavatan 'Mu Uygarlığı'dır. Batik Mu Uygarlığı konusunda elde mevcut belgeler o kadar birikmiştir ki, bu belgelere dayanarak dünya beşer tarihinin geçmişi yeniden yazılsa, kuskusuz pek çok şey değişecektir.
Antakya'nın çok eski geçmisi ile ilgili ilk arastırma AMIK KAZILARI PROJELERI kapsamında, Tell Tayinat, Tell Al-Judaidah, Çatal Höyük gibi uluslar arası arkeolojik tanımlamalar çerçevesinde "Oriental Institute's Syrian Expedition" tarafından 1932-1938 tarihleri arasında yapılmıştır. İkinci araştırma Sir.Leonard Charles Woolley tarafindan önce 1937-1939 sonra 1946-1949 yılları arasında Tell Atchana'da yapılmıştır. Woolley ve daha önce bu araştırmalara ve kazılara konu olan çağlar IÖ.1400-1800, günümüzden yaklaşık 3400 - 3800 yıllar arasındaki dönemleri kapsamaktadır. Woolley bu çalışmalarından önce 1907-1911 yılları arasında Mısır'ın güneyinde ve Sudan'in kuzeyinde araştırmalar, kazılar yapmıştır. Woolley bu araştırmasından sonra 1922 yılında British Museum, University of Pensilvanya ortak çalışma grubunun genel yöneticisi olarak Ur'daki (modern Irak) bir araştırmaya da başkanlık etmiştir. Buradaki araştırma konusu günümüzden 6000-2400 yıl öncesinin bulgularının tespit edilmeye çalışılmasıdır. Bu iki araştırmadan sonra bir bağlantı olarak günümüzden yaklaşık 3400-3800 yıl önceyi gün ışığına çıkaran Tell Atchana çalışmaları (yeni ANTAKYA HIKAYESI) o dönem için bir tesadüf mü acaba? Bir de bunun Mısır, Irak yaklaşımlarını düşünürsek?...
Mu'dan baslayan, Atlantis'ten gelen göç yolları haritasındaki yerleşimlerden en önemlilerinden birisi MISIR'dı ve nihai varış noktalarından bir diğeri ANTAKYA değil miydi? Solecki'nin ifade ettiği gibi, Ur "geçmiş uygarlık yarı kavisi"nin Doğu'daki ev sahiplerinden biri ise gelen ziyaretçileri karşılayan Antakya olamaz mi? Simdi daha yakın çağlara gelelim. Iskender'i IÖ. 333 yılında bu topraklara bağlayan anımsanan, bir cümle ile hatırlayalım.
"TOPRAKLAR ÖYLE BEREKETLI, SULAR ÖYLE BERRAKTI KI GIDERKEN BU DEFA ARKASINA BAKTI KOCA ISKENDER. SUYUNDAN IÇTIGI PINAR ANNESININ SÜTÜ KADAR TATLI GELDI ONA. OLIMPIAS OLSUN ADI, ANNEMINKI GIBI." dedi ve gitti ........
Mu'dan ayrılan insanların da ayni hislerle arkalarına bakmadıklarını kim bilebilir? Zaman akmaya devam etti ........
IÖ.100'lü yıllarda Roma'dan sonra, kültürü, sanatı, ticareti ve zenginliği ile doğu ve batının her bakımdan buluştuğu bir sentez başkenti idi Antakya. Samandag'da (Seleucia Pieria) deniz hep gönlünce hep coşkuyla gelir kıyılara çağlardan beri... diğer açık AKDENIZ limanları gibi. Tarih bu limanlara varabilmek için bir noktanın kerteriz alınması gerektiğini söyler. Açık havalarda Kıbrıs'ın en kuzey ucundan Zafer limanından bakıldığında Kel Dağ (Cebel Akra), çoğu zaman Kel Dağ'dan bakıldığında Zafer Limanı görünür.
Acaba ilk gezginler yeni anakaraya varmak için yollarını nasıl buldular?...
Günümüzde 1995'li yıllarda Chicago Üniversitesi, Oriental Institute'nin yeniden başlattığı bir çalışma var ANTAKYA'da. Adi AMIK VADISI PROJESI. Araştırılan zaman günümüzden 6.000 yılın daha öncesi. Projenin basında tanıdık bir isim... Chicago Üniversitesi görevlisi Prof. K. Aslıhan Yener başkanlığında Tony Wilkinson ve diger degerli bilim insanları. Mustafa Kemal Üniversitesi ve Antakya müzesinden değerli ögretim görevlileri ve araştırmacıları. Bu destek gören ve bütün dünyada ilgiyle izlenen uluslararası ortak bir çalışma.
Bu yazı bundan 3-5 sene sonra yazılsaydı araştırılan dönem günümüzden 6.000 yıl öncesi yerine 10.000 yıl veya daha öncesi olmayacak miydi?
ATATÜRK VE MU |
MU konusuyla Atatürk de ilgilenmiş, o dönemde birçok tarihimizi bu konuda araştırmalar yapmak için görevlendirmiş ve Nevi York'tan getirttiği Churchward'in eserlerini bölümlere ayırtarak resmi ve özel kurumların 60 kadar çevirmenine kısa sürede tercüme ettirmişti. Atatürk bu çeviriler üzerinde önemle durup pek çok notlar alarak bu konudaki çalışmalarını sürdürdü. Ayrıca o dönemdeki tarihçilerinden Tahsin Mayatepek'in Mu Uygarlığı ile ilgili Meksika'da yapmış olduğu araştırmalarının raporlarını da incelemiş ve konudan çok etkilenmişti. Atatürk, özellikle insanin yaratılışı, Mu'nun insanlığın anayurdu olduğu, ilk insanin orada yaratildigi, Müsün batış nedenleri, göçleri, kolonileri; Orta Asya, Uygurlar ve Anadolu ile ilgili kısımların altlarını çizerek okumuş ve notlar almıştır. Bu şekilde Atatürk Türklerin kökenini araştırmaya yönelik daha pek çok çalışmalar yapmış, Türklerin Maya ve İmkanlarla olan benzerlikler ini bulmuştur. Atatürk'ün o dönemde dilimize çevirdiği J. Churchward'in kitapları bugün Anıtkabirli Atatürk'ün kitaplarının bulunduğu bölümde dir. (J. Churchward'in elli yıllık araştırmalarını içeren MU uygarlığı ile ilgili dizi kitaplar Ege Meta Yayınları tarafından Batik Kıta Mu'nun Çocukları, Kayip Kita Mu, Mu'nun Kutsal Sembolleri adlarıyla yayınlanmıştır.)
Yıl 1930'dan 2 kışa zaman sonra 1932'de (Türk Tarih Kurumu'nun Atatürk tarafından kurulması 1930) gelişen araştırmalar çerçevesinde; İlkel Diller Uzmanı, değerli bilim adamı, emekli general Tahsis MAYATEPEK derinleşen fikri sohbetlerinin birinde ATATÜRK'e Maya dili ile Türk dili arasındaki benzesmelerden bahseder. (Türkçe de "tepe" sözcügünün karşılığı Maya dilinde "tepek"tir.) Mayatepek buna benzer kelime ve deyim benzerliklerinin 100'den fazla olduğundan söz eder. Bu fikri diyalogtan etkilenen ATATÜRK konuyu daha fazla araştırması için o yıllarda Tahsin Mayatepek'i Meksika'ya elçi olarak tayin eder. Meksika daki araştırmalarında Türk ve Maya dillerinin benzerlikleri konusunda çalışmalar yaparken William Niven'le tanışan Tahsin bey, hem Niven'in tabletlerini inceleme fırsatını elde eder, hem de Churhward'in 50 senedir üzerinde çalışıp bitirdiği MU medeniyeti ile ilgili eserin varlığını ögrenir. Bu gelişmelerin düzenli olarak ATATÜRK'E aktarılması sonucu, Churcward kitabinin ilk nüshası getirtilir ve yaklaşık 40-50 kişilik bilim adamından oluşturulan grup tarafindan incelenir. ATATÜRK Türk dili ve sembolleri ile Niven'in buldugu Naacal tabletleri, Maya dili ve sembolleri ve Churcward kitaplari üzerinde yapılan çalışmalara bizzat nezaret eder. Kendi kayıtlarını tutar. 1960 li yılların sonlarına kadar Türk Dil Kurumun da saklanan bu kitaplar daha sonra ANITKABIR arşivine devredilmiştir. Bu gün orijinal baskıları ve Türkçe tercümeleri ATATÜRK'ÜN tuttuğu notlarla birlikte ANITKABIR'de saklanmakta
Tahsin MAYATEPEK'in ATATÜRKE sunduğu raporların pdf sini aşağıdan indirebilirsiniz