DERİNLİĞİN ODALARI |
2 yıl önce yerin altına - nüfuz eden yeni S.I.R.A (Shuttle Imaging Radar-Uydudan Görüntüleme) radarın gizli tasnifinin kaldırmasından beri, en şaşırtıcı veriler dünyanın çeşitli kısımlarındaki kompleks ve yeraltı labirent sistemlerinden ortaya çıktı. Güney Amerika'daki Guatemala gibi yerlerde, Tikal'deki Maya piramit kompleksinin altında ülkenin diğer ucuna kadar 800 km yayılan tüneller haritalandı. Araştırmacılar, yarım milyon Maya yerlisinin kültürlerinin büyük kısmının yok oluşundan nasıl kaçtıklarını anlamanın mümkün olduğunu belirtmekteler.
Benzer şekilde, SIRA radarı 1978' in başlarında Mısır'da konuşlandırıldı, Mısır piramitlerinin altında olağanüstü bir yeraltı kompleksi haritalandı. Mısır'ın eski başkanı Sedat ile yapılan anlaşmalar çok gizli kazıların otuz yılı ile sonuçlandı. Avustralya'daki son zamanlarda yapılan bir toplantıda, Giza projesindeki kilit bilim adamlarından biri olan Dr. Jim Hurtak "DERİNLİĞİN ODALARI" olarak adlandırılan çalışmanın filmini gösterdi.
DR.Jim HURTAK
Film 15,000 yıl eski olan Giza platosunun altındaki bir çok seviyelere erişen engin bir megalitik metropolün keşfini gösteriyor. Yeni Çağ'in diğer ilgilileri Sfenks'in sol pençesinin altındaki gizli bir oda ile ilgili spekülasyon yaparken, "Tanrıların Şehri" aşağıda yayılmış olarak duruyor. Hidrolik yeraltı su yolları ile, film Nil Vadisi'nin boyutunda, kocaman odaları, oyulmuş çok büyük heykellerle birlikte en büyük katedrallerimizin bölümlerini (boyutlarını) gösteriyor. Yaşamlarını riske atarak, ışıkları ve kameraları ile araştırmacılar, ilerdeki mühürlenmiş odalara girmek için yeraltı nehirlerini ve kilometrelerce uzunlukta gölleri lastik botları ile dikkatle geçiyorlar. Binlerce yıl öncesine ait önemli miktarda kayıtlar ve insan eliyle yapılmış şeyler bulundu.
Tufandan hemen sonra, şimdiki zaman döngüsünün şafağında, Mısırlıların Zep Tepi olarak adlandırdığı bir devirde, "İlk Zamanlar"da, uygarlığın ilk adımlarındaki hayatta kalanları inisiye etmek için bir grup gizemli "tanrılar" ortaya çıktı. Mısır'da Thoth ve Osiris'ten, Amerika'da Quetzacoatal ve Viracocha'ya, dünya çapındaki gelenekler çağdaş uygarlığın başlangıcını/kökenlerini bu sofistike (karmaşık/gelişmiş) gruba atfeder.
Toth ve Osiris --------------------------------------------------------------------------------------Quetzacoatal ve Viracocha
Dünya etrafından kanıtlar, bu insanların yüksek-teknolojiye sahip önceki bir uygarlığın hayatta kalanları olduğunu gösteriyor. Kendi uygarlığımızın nükleer yeraltı sığınakları ve gizli araştırma üstleri gibi, toz (bulutu) çöktükten sonra, yeraltı "Tanrı şehirleri"nden ortaya çıkanlar vardı. Bunlar, Genesis'te bahsedilen Enoch ve Methuselah gibi, "tufandan önceki piskoposlar/kabile reisleri", "devler ve eskinin kahramanları" idi. Kadim Sümer'in, Mısır'ın ve Hindistan'ın esrarengiz tanrıları, hepsi Tufandan önceki şaşılacak/inanılmaz zamanlardan sesleniyor.
Bu, bizimkinin ötesinde olan bir uygarlığın ve teknolojinin mirasıdır. Sfenksin ve piramitlerin sadece yüzey işaretleyici olduğu, engin bir yeraltı şehrini yaratabilen bir teknoloji. Proje bilim adamı Dr. Jim Hurtak, bunu ileri dünya dışı bir kültür ile temasın etkisine dikkat çekiyor . O, bunu son dünya kargaşası/düşüşü tarafından tahrip olan, Atlantis uygarlığı olarak adlandırılan, "Dördüncü Kök" ırkın keşfi olarak tanımlıyor. Bu, Dr. Hurtak'ın "Anne- Baba uygarlık" olarak sözettiği, tüm lisanların, kültürlerin ve dinlerin tek bir ortak kaynağın izini sürdüğü açık ve anlaşılır bir kanıtı sunuyor.
Yerin altındaki teknoloji, makine teknolojisinin ötesindedir. Arthur C. Clarke'ın bir zamanlar dedigi gibi "kendi teknolojimizin ötesindeki herhangi bir teknoloji bize sihir gibi görünür". Dr. Hurtak'a göre, bu, genetik kodun şifresini çözen ve fiziksel spektrumun anahtarlarına sahip bir kültür idi, eskilerin "Daha Yüksek Işık Fiziği"... kadim Gılgamış'ın çöl topraklarındaki "Mashu Dağı"nın altındaki tünelleri aramak için kayıp "Tanrıların Şehrine" yolculuğundaki gibi
Gılgamıs
Dr. Hurtak "ışığın lisanından" ve ismi ENOCH olan, Büyük Piramit Kompleksinin inşasında adı geçen önceki zaman döngüsünün (devrinin) büyük rahip - bilim adamından söz eder. Hurtak büyük bir spiritüel bilimi, yıldızlara genetik bir merdiveni tanımlayan bir bilimi ima eder.
Rahip - bilim adamı "Enoch" önceki zaman devrinin en ünlü karakterlerinden biri olan tufan öncesinden bir patrik/piskopos/kabile reisidir. Methuselah'ın babası ve Nuh'un büyük dedesi olan Enoch'tan İncil'de alfabenin ve takvimin yaratıcısı olarak, efsanevi "Yahweh'in Şehrinin" orijinal Zion'un mimarı olarak bahsedilir. Enoch ayrıca "Lord tarafından yukarı alınan" (uzaylılar tarafından) ve "dünyanın ve cennetin sırları"nın gösterildiği tarihin ilk astronotudur. O, tüm insanlık için "tartılar ve ölçüler" ile dünyaya geri döner.
Enoch
Mısırlıların "Thoth" olarak bildiği "Sihrin ve Zamanın Lordu" ve Yunanlıların "Hermes" olarak bildiği "Tanrıların habercisi", o ölümsüzlüğün gizini arayan ve geri döneceğine söz veren, mistik Avalon'da bir elma ağacında ortadan yok olan esrarengiz büyücü Merlin olarak Celtic (Kelt) geleneğinde bile hatırlanır.
Nasıl,olümsüzlüğe ulaşan, "tanrılar gibi "olabileceğimizin gizine ulaşan biri olarak, Thoth/Enoch zamanın sonunda "kutsal toprağın kapılarının anahtarları ile" geri döneceğini vaat eder. İlk dini liderler tarafından İncil'den çıkarılan Enoch'un kayıp Kitaplarını ortaya çıkaran ve tartışmaya yol açan Ölü Deniz Tomarlarında, Enoch yüksek bilginin anahtarlarını yanlış kullanan ve kendisini yok olmakta kurtaramayan geçmişteki hayret verici uygarlığı tarif eder. Hem gerçek anlamıyla hem de mecazi olarak onlar "anahtarları" ve tüm yüksek bilgiyi kaybetti.
Bir çok gelenek ve hatta Maya efsanesi Quetzacoatal bile, Enoch şimdiki zaman döngüsünün sonu olan, "Zamanın Sonunda" bu bilginin geri döneceğini vaat eder. İncil'deki ifşaatlar, şimdiki dünyanın sonunda "her şeyin açığa çıkacağını" vaat eder. Mısır'daki ve dünyanın diğer bölgelerindeki olağanüstü keşifler sadece ileri bir teknolojiyi değil, bizim şimdiki durumumuzun bile ötesinde dir
Dünyanın kilit piramit sitelerinin dikkatli bilimsel incelemesi onların sadece gezegenlerin ve yıldız sistemlerinin pozisyonlarını yansıtan yapılar olmadığını, aynı zamanda insan bedeninin çakralarını ve harmonik boşluklarını taklit etmek için dizayn edilen karmaşık harmonik yapılar olduğunu ortaya çıkarıyor. Hatta, Büyük Piramit'in içindeki her bir taş özel bir frekansa veya müzik ses tonuna (perdesine) harmonik olarak uyumludur. Büyük Piramit'in merkezindeki lahit, insanın kalp atışının frekansına uyumludur.
Kepos (Büyük Piramit ) Lahidi
Dr. Hurtak ve arkadaşları tarafından yönetilen Büyük Piramit'te ve Güney Amerika'da diğer sitelerde yapılan şaşırtıcı deneyler piramitlerin sesle - aktive edilen "jeofiziksel bilgisayarlar" olduğunu gösteriyor. Özel kadim sesler tonlanarak, bilim ekibi piramitlerin üzerinde ve içinde görünür sürekli ışık dalgaları üretti ve hatta şimdiye dek, erişilemez odalara da nüfuz ettiler. Arka arkaya gelen keşifler, kadim rahip - bilim adamlarının tapınak yapıları içinde bir çeşit harmonik ses teknolojisi kullandığını gösteriyor.
Enoch'a ait kayıp bilgiler ana lisanı "Işığın lisanı" olarak ortaya çıkarıyor. Eskilerin "Hiburu"olarak bildiği bu lisan ilksel çekirdek lisandır, bu zaman döngüsünün başlangıcında ortaya çıkmıştır. Modern araştırmalar en eski formdaki İbranice'nin beynin phosphene ışığı (alevi) modellerinden ortaya çıkan doğal bir lisan, alfabetik formlar olduğunu doğrular. Gerçekte, aynı şekiller dönen bir vorteksten doğmuştur. O, bizim sinir sistemimizden akan gerçek bir ışık lisanıdır.
Fiziksel dünyanın doğal dalga formu geometrilerini şifre ile yazan Hiburu, ışığın dalga formu özelliklerini taklit eden harmonik bir lisandır. Enoch'un "anahtarları" ses anahtarları, realitenin kendisinin - mitsel "Dünyanın Gücü" - titreşimli matrisinin anahtarları olarak ortaya çıktığından bahseder. Enoch'a ait bilgi, sinir sistemini direkt olarak etkileyebilen ve olağanüstü şifa ve yüksek bilinçlilik durumları etkisi üreten kadim mantralar ve tanrı isimleri ile kodlanmış sonik (sesle ilgili) denklemleri tanımlar.
Kadim bir metnin belirttiği gibi, "eğer tanrılar ile konuşacaksanız, önce tanrıların lisanını öğrenmeniz gerekir".
Torah'ta (Tevrat) tasvir edilen kadim kabalistik "Hayat Ağacı", DNA, şimdi sabit bir teyp kaydı olmaktan çok, yaşayan/canlı titreşen bir yapı olarak düşünülüyor. Bir çok modern bilim adamı, DNA'ya ışık, radyasyon, manyetik alanlar veya sese ait (sonik) etkiler (çarpmalar) ile değiştirilebilen parıldayan dalga formu konfigürasyonu olarak bakıyor. Thoth/Enoch'un mirası eskilerin harmonik biliminin, "Işığın lisanının" DNA'yı gerçekten etkileyebildiğini belirtiyor.
Hayat Ağacı
Mısır'daki kanıtlar bunun Mısırlılar tarafından teşebbüs edilen 6,000 yıllık genetik deney olduğunu belirtiyor, ölümsüzlük ve yıldızları arayış, Gılgamış tarafından çok uzun zaman önce başlatılan, eskinin büyükleri tarafından tanımlanan bir arayış. Mısırlılar, çoğu ilksel Hıristiyan tercümanların düşündüğü gibi ölümden sonraki yaşama çok fazla bağlanmamışlar, daha yüksek tipte bir insan yaratmaya odaklanmışlardır. Bir çok kadim kültür ile birlikte, onlar DNA'nın yıldızlardan geldiğine, yani kökenimizin dış uzaydan geldiğine ve geri dönmelerinin kaderleri olduğuna inanıyorlardı.
Thoth/Enoch'un bilgisi, insanların şimdiki dünyasal şekillerimizin ötesine tekamül etmesinin istendiğini (niyet edildiğini) ima eder, İncil'in bize söylediği gibi, "biz meleklerden daha büyük olabiliriz". Mısırlılar, "Orion'un Büyük Gözünün ötesine" yolculuk yapan ve insanların arasında tanrılar gibi yürümek için geri dönen, Enoch gibi ara sıra ortaya çıkan varlıkların, "Yıldızlarda yürüyenlerin" hikayelerini kaydeder. Modern bilinçlilikten, yarı - ilahi varlıklar gibi, kadim metinlerin ısrar ettiği gibi, "tanrılar gibi olmamız"ın kaderimiz olması mümkün müdür ? Mayaların "Işığın Lordları" ve Mısırlı/Tibetli "Parıldayanlar" gerçekte insanın daha yüksek bir formu mudur ?
Bir çok dünya efsanesine göre, güneş sistemimizin galaksinin merkezinin etrafındaki 26,000 yıllık zodyaksal yörüngesinin 13,000 yıllık yarı - noktasında, herbir zaman döngüsünün başında ve sonunda, böyle varlıkların düzenli olarak geri döneceği öne sürülüyor. Galaktik yörüngemizdeki koşullardan dolayı, bu 13,000 yıllık araların veya "dünyalar"ın afetsel büyük değişiklikler ile ayrıldığı görülmektedir.
Galaktik yörüngemizin "Anka Kuşu Döngüsü" olarak adlandırılanı tanımlayan Büyük Piramit'in "taş takvimine" göre, şimdiki zaman periyodu (bizim şimdiki takvimimize dönüştürülünce) 2012 yılında sona eriyor. Yunanca sözcük "Anka", Mısır sözcüğü "Pa - Hanok" tan türetilmiştir, bu, gerçekte "Enoch'un Evi" anlamına gelir.
Enoch'a ait bilgi, bu düzenli afetsel değişikliklerin rahim gezegenden göç etmeden önce, dünyadaki yaşam formlarının bir sonraki tekamülsel aşamaya geçişini hızlandırmak için aracı/temsilci provokatör olarak davrandığını öne sürüyor. İnsan tekamülü önceden düşünülenden daha hızlı ilerleyebilir. Kanıtlar şimdi ortaya çıkıyor ve fiziksel süreklilikte üstat olan ve bu dünyanın ötesine ilerlemiş olan bizden önceki uygarlıkları kaydediyor. Ayrıca başaramayanlar da vardı. Bizim de, bunu başarma veya başarısız olma gibi eşit fırsatımız var.
Mısır'dan ortaya çıkan keşifler, kadim rahip - bilim adamları tarafından gezegenin tektonik levhalarını stabilize etmek için müzikal bir sistem olarak kullanılan kilit enerji meridyenleri üzerinde anten gibi kurulmuş, tarih öncesi dünya çapında piramit tapınağı sistemini tanımlıyor... "Dünyanın yolu" veya "Dünyanın gücü" anlamına gelen anadil sözcüğü "Jedaiah" tan, kadim "Jedai" rahipleri gezegeni dev bir harmonik çan gibi çalmak için (akord etmek için) Işığın lisanını kullandılar. Bunların çoğu, bu zaman döngüsünün son günlerinde yeniden keşfediliyor.
Omega Vakfından Dr. Jay Franz'ın sözleriyle, "ona isim vermeye cesaret etmesek bile, dünya sahnesi üzerinde olması çok yakın birşeylerin evrensel bir hissi var"
PERU VE EKVATOR |
ERİC VON DANİKEN İN YAZDIKLARI |
BU benim için yüzyılın en inanılmaz, en akla gelmez öyküsüdür. Eğer gördüğüm şeylerin fotoğrafını çekmeseydim bir «Science Fiction Story» den söz edilebilirdi. Oysa bir düş, ya da hayal değil, somut bir gerçek var ortada. Güney Amerika'da, binlerce kilometre çapındaki bir alan içinde herhangi bir zamanda, bilinmeyen kişiler tarafından yapılmış, yeraltı tünelleri bulunuyor. Peru ve Ekvator'daki bu tünellerde yüzlerce kilometre gidildi ve gerekli ölçümler yapıldı. Her şeyden önce bu, ufak bir başlangıçtır ve dünyanın olanlardan haberi yoktur.
21 temmuz 1969'da Arjantinli Juan Morloz, Guayaquil'deki Noter Dr. Gustavo Falconi'ye birkaç tanık tarafından imzalanmış hukukî bir tapu bıraktı. Bu tapu Juan Moricz 'i, Ekvator devletinde tünel kâşifi olarak gösteriyordu.
Moricz'e verilen Tapu
İspanyolca yazılmış olan belgeyi, bir Birleşmiş Milletler tercümanına çevirttirdim. Belgedeki en önemli kısım o inanılmaz şeyle ilgiliydi: "Juan Moricz, Macaristan doğumlu, Arjantin uyruklu, pasaport No: 4361689... Ekvator Cumhuriyeti sınırları içinde, Morona-Santiago kentinin doğu kesiminde insanlık için kültürel ve tarihsel açıdan büyük değer taşıyan yapıtlar buldum. Bu yapıtlar özellikle metal levhalardan oluşmakta, insanlığın şimdiye dek bilmediği ve delillerine rastlamadığı, kaybolan bir uygarlığın tarihsel özetini vermektedirler. Çeşitli biçimlerdeki yapıtlar, bir takım oyuklar içinde durmaktadır. Bu buluşu mutlu bir olanak sayesinde başarmış bulunuyorum. Bir bilim adamı olarak kendime özgü yöntemlerle Ekvator kabilelerini folklorik, etnolojik ve dilbilimsel yönlerden inceledim...Bulduğum yapıtlar aşağıdaki özellikleri göstermektedirler: 1) Çeşitli büyüklük ve renkteki taş ya da metal cisimler. 2) Üzerlerine yazı ve şekillerin işlendiği metal levhalar. Bu levhalar yok olan bir uygarlık hakkında bilgilerle beraber, insanın kökeni ve insanlık tarihinin bir özetini veren düzenli bir metal kütüphaneyi oluşturmaktadır. Buluşlarım, Medenî Kanunun 665. maddesine göre beni, metal levhaların ve diğer cisimlerin yasal sahibi yapmıştır. Fakat kanımca, kendi arazim üstünde bulmadığım bu kalıntılar inanılmaz derecede büyük kültürel değer taşıdıkları için, 666. madde gereğince devlet kontrolü altında tutulacaklardır."
" «Ekvator Cumhuriyeti'nin Sayın Başkanı, sizden, bilimsel bir komisyon kurup bulduğum şeyleri denetlemenizi ve onların değerlerini korumanızı rica ediyorum... "Kuracağınız komisyona, sözünü ettiğim yerin tam coğrafî durumunu ve girişini, şimdiye dek orada bulduğum nesneleri göstereceğim.." Moricz, kendisine uslu birer yardımcı olan ve tehlikeli kabileleriyle arabuculuk görevini başarıyla yerine getiren Peru'lu yerlilerle birlikte araştırmalar yaparken, 1965 Haziranında yeraltı tünellerine rastladı. Yaratılışı gereği kuşkucu bir insandı. Sonuca ulaşmadan herhangi bir açıklama yapmayı doğru bulmadığı için, üç yıl süreyle kimseye birşey söylemedi. Ancak bu yeraltı tünellerinde birkaç kilometre yol alıp ilginç nesneler bulduktan sonra, 1968 ilkbaharında Başkan Valasco IBARRA'nın huzuruna çıkabilmek için izin istedi. Fakat kendisinden önceki bütün başkanların ayaklanmalar sonucu devrildiği bir ülkenin başkanı, müthiş şeyler bulduğunu iddia eden biri için zaman ayıramazdı. Saray yetkileleri bu inatçı arkeologu çok kibar buluyor, ona uzun bir bekleme süresinden sonra, Sayın Başkan'ın kendisini kabul edebileceği garantisini veriyorlardı. Moricz, ancak 1969 yılı için bir randevu koparabildi.
Juan MORİCZ
Ve büyük bir acı içinde, yeraltı labirentlerinde sürünmeye devam etti. Juan Moricz ile 4 Mart 1972'de buluştum. Avukatı Dr. Matheus Pena onu telefon ya da telgrafla herhangi bir yerde yakalayabilmek için iki gün uğraştı. Ben, yanımda yeterli ölçüde yazılı material ile bürosunda oturuyordum. Açık söylemek gerekirse, biraz sinirliydim. Çünkü yapılan bütün tanımlamalara göre, Moricz kendisine çok zor yaklaşılabilen, yazı ile uğraşan kişilere güveni olmayan biriydi. Sonunda telgraflardan biri eline geçmişti. Telefon etti. Kitaplarımı okumuş. "Sizinle konuşurum!" dedi. 4 Mart akşamı çıkageldi. Yüzü güneşten kararmış, saçları ağarmış, 45 yaşında, sırım gibi bir adamdı. Konuşmayı pek sevmiyordu. Bunun için konuyu karşısındakinin açması gerekiyordu.
Daniken ve Moricz
Peşpeşe sıraladığım sorular onu neşelendirmişti. Yavaş yavaş "Kendisinin mağaraları "ndan söz etmeye başladı. "Böyle birşey olamaz! diye bağırdım." Olur, dedi avukat Pena. Herşey anlattığı gibi. Gözlerimle gördüm. Moricz, beni oyuklarını ziyarete davet etti. Moricz, Dr. Pena, Franz Seiner (Yol arkadaşım) ve ben bir Toyota-Jeep'e bindik. Yirmi dört saatlik yol boyunca sırayla araba kullandık. Oyuklara varmadan durduk, derin bir uykuya daldık. Sabah uyandığımızda gökyüzü sıcak bir günün ilk müjdesini verirken, hayatımın en büyük serüveni başlıyordu. Morona-Santiago eyaletinin Gualaquiza -S. Antonio- Yaupi üçgeni içinde, yabancılara düşman yerlilerin oturduğu bölgedeydik. Samanlık kapısı genişliğinde bir taş oyuktan içeri girdik. Attığımız her adımla birlikte günışığı da giderek karanlığa dönüşüyordu. Tepemizde kuşlar uçuşuyor, bir esinti hissederek ürperiyorduk. Başımızdaki miğferlerin lambaları ve cep fenerleri yanıyordu. Önümüze bir iniş boğazı çıkmıştı. 80 metre derinliğe kadar inen bir ip asansörle ilk platforma kaydık.
Seksen Metrelik İniş
Bu platformdan aşağı üstüste iki kez daha seksener metre aşağıya inilebilmekteydi. Bilinmeyen, yabancı bir ırkın binlerce yıl önce yaptığı yeraltı dünyasında yürüyüş başlamıştı. Tünellerin hepsi istisnasız köşeli. Bazen dar, bazan geniş. Duvarları dümdüz. Çoğunlukla cilalanmış gibi. Tavanlarda düz. Üzerlerine cam bir örtü çekilmiş sanki. Her halde bunlar doğal tüneller olamazdı. Zamanımızın sığnakları da bunun gibi düz değil mi? Duvarları ve tavanı elimle yokladığımda gülme tuttu beni. Kahkahalarım tünellerde yankılanıyordu. Moricz lambasını yüzüme tuttu ve sordu: "Ne var? Birşey mi oldu?" Şu anda, bana bu işçiliğin baltalarla yapıldığını söyleme cesaretini gösterebilecek bir arkeologu görmek isterdim doğrusu. Artık, yeraltı tünellerinin varlığı konusunda kuşkum kalmamış, içimi büyük bir mutluluk duygusu kaplamıştı. Moricz ve Pena,şimdi içinde bulunduğumuz, yürüdüğümüz koridorlar gibi, Ekvator ve Peru'nun altında yüzlerce kilometre uzunluğunda tüneller olduğunu söylediler. "Şimdi sağa sapıyoruz!" diye seslendi Moricz. Jumbo-jet hangarı kadar büyük bir salonun girişinde durduk. Burası bir dağıtım merkezi ya da, bir malzeme ambarı olabilir, diye düşündüm. Çeşitli yönlere giden tüneller buradan başlamaktaydı.
Elimdeki pusuladan hangi yöne gittiğimizi öğrenmek istedim, ama pusulanın ibresi hareket etmiyordu. Moricz bana baktı: - Boşuna uğraşma. Burada pusulanın çalışmasını olanaksız kılan ışınlar var. Ben ışınlardan anlamam, onları yalnızca seyrederim. Ama bu durum fizikçiler için ilginç bir araştırma konusu olabilir. Yan koridorların birinin eşiğinde, yerde bir iskelet yatıyordu. Tertemizdi. Sanki bir doktor, öğrencilerine anatomi dersi vermek için bunu dikkatle hazırlamış, ayrıca üstüne altın tozu püskürtmüştü. Kemikler, el lambalarımızın ışığında saf altın gibi parlıyordu.
Moricz, lambaların ışıklarını söndürüp yavaş yavaş kendisini izlememizi söyledi. Ortalık sessizdi, adımlarımızı, nefesimizi, oldukça çabuk alıştığımız kuş uğultularını duyuyordum. Geceden daha zifirî bir karanlık vardı. - Işıkları yakın! dedi Moricz. Dev bir salonun ortasında duruyorduk. Ağzımız açıkta, donup kalmıştık. Buluşundan gurur duyan Moricz, oyununu öyle güzel hazırlamıştı ki, tıpkı yabancı turistlere, aynı oyunla, kuşkusuz dünyanın en güzel yapıtı olan Grand Place'i gösteren Brükselliye benziyordu. Yedinci koridorun ulaştığı bu isimsiz salon,şaşırtıcı güzellik ve büyüklükteydi. Taban alanının 110x130 metre olduğunu öğrendim. Bu boyutların, Teotihhuacan'daki güneş piramidinin boyutları ile hemen hemen aynı olduğunu düşündüm. Orada olduğu gibi burada da ustanın, o üstün teknisyenin kim olduğu bilinmiyordu. Salonun ortasında bir masa duruyordu. Gerçekten bir masa mı? Belki de; çünkü bir tarafında yedi iskemle sıralanmış. İskemle mi onlar? Öyle görünüyor. Taştan mı? Hayır, taşa benzemiyor. Tahtadan mı? Hiç değil. Tahta olsaydı, binlerce yıl dayanmazdı. Metalden mi? Sanmıyorum. Dokunulduğunda bir cins plastik hissi veriyor,fakat oldukça ağır ve çelik gibi sert bunlar.
Masalı Salonun Tasviri
skemlelerin arkasında hayvanlar duruyordu. Dev kertenkeleler, filler, arslanlar, timsahlar, panterler, develer, ayılar, maymunlar, bizonlar, kurtlar ve aralarında sürünür gibi görünen salyangozlar, yengeçler. Sanki kalıp halinde dökülmüşler, güzelce ve zorlamasız yan-yana dizilmişlerdi. Tufan resimlerindeki Nuh'un gemisine aldığı hayvanlar gibi çift çift değillerdi. Bir zoologun istediği gibi cins cins, ya da, biyologun istediği gibi doğal evalüsyon sırasına göre de dizilmemişlerdi. Orada, sanki doğa kanunları geçersizmiş gibi, barış içinde duruyorlardı. Burası çılgınlıkların hayvanat bahçesiydi ve tüm hayvanlar saf altındandı. Noterlik belgesinde sözü edilen en değerli hazine, yani metal kütüphane de bu salondaydı.Hayvanat bahçesinin karşısında, konferans masasının sol arkasında, yer alan kütüphanede, boyutları 96x48 cm. olan milimetrik incelikte metal plakalar vardı. Uzun ve dikkatli bir kontrola rağmen bu denli ince ve büyük metal kâğıtların nasıl bir maddeden yapıldığını anlayamadım. Yaprakların o inceliğe rağmen nasıl kıvrılmadığı da ayrı bir soruydu. Kitap sayfaları gibi yan yana yerleştirilmişlerdi.Üzerinde yazılar olan her yaprak, sanki düzgün bir makinede basılmıştı. Moricz, şimdiye dek metal kütüphanenin yapraklarını saymayı başaramamış. Ama bunların iki-üç bin kadar olabileceği şeklindeki tahminine ben de katılıyorum.
Metal Tabletlerden Bir Örnek
Metal sayfalardaki yazıların ne olduğu bilinmiyor. Fakat ilgili bilim adamları bu eşi olmayan hazineden haberdar edilirse, karşılartırmalı çalışmalar yoluyla oldukça çabuk çözüme gidileceğinden eminim. Kütüphanenin yaratıcısı kimdir, ne zaman yaşadı? Önemli değil. Ancak yardımcıları ile birlikte, böyle çok sayılı, ölçülü metalfolieni yapabildiğine göre yalnızca bir tekniğe sahip değildi; aynı zamanda uzak geleceğe önemlişeyler duyurmak için gerekli yazı sanatını da biliyordu...
Yapıt yerinde duruyor! Metalden yapılması, çağlar boyu, sonsuzda bile okunabilecek durumda kalabilmesi düşüncesine dayanmaktadır... Bakalım yaşadığımız şu zaman, bu denli büyük bir yapıtın sırlarını öğrenmek için, işi ciddîye alacak mı? Bunu yine zaman gösterecektir. Gerçekleri ortaya çıkartabilecek bir eski yapıtın okunması, güzelim, fakat sorularla dolu dünya düzenini tamamen altüst edemez mi? Bütün dinlerin yürütücüleri, yaratıcıya inanmanın yerini, belki de yaratıcıyı öğrenmeye dönüştürebilecek tarihöncesi sırların ortaya çıkmasından korkmuyorlar mı? İnsanoğlu, yaradılış tarihinin, kendisine bir dinsel masal gibi empoze edildiğinden, tümüyle farklı şekilde oluştuğunu öğrenmek istiyor mu acaba? Tarihöncesi uzmanları gerçekten kuşkusuzca ve ciddî olarak asıl gerçeği arama yolundalar mı?Hiç kimse kendi yaptığı gökdelenden kendisini isteyerek yere atmaz. Tünel sisteminin koridorları ve duvarları çıplaktı.
Tünel Sisteminden Görüntüler
Luxor civarındaki "Krallar Vadisi" nin derin mezar odalarındaki gibi resimler, dünyanın her yerindeki tarihöncesi oyuklarda rastlanılan süsler (Relyefler) burada yoktu. Onların yerini, adım başında göze çarpan taş figürler almıştı. Moricz'in 12 cm. yüksekliğinde, 6 cm. genişliğinde taştan bir muskası var. Bunun ön yüzüne çocuk eliyle çizilmiş hissini veren, altıgen vücutlu, yuvarlak başlı bir insan resmi kazınmış. Resmin sağ elinde ay, sol elinde güneş vardır. Haydi, bu o kadar hayret verici değil diyelim, fakat iki ayağın bastığı yuvarlak dünya çizimine ne buyrulur? Bu, ilkel resimlerin taşlara oyulduğu zamanlarda, atalarımızın hiç olmazsa seçkin bir zümresinin bir küre üstünde yaşadığımızı bildiklerine açık bir delil değil midir?
Moricz'in Bulduğu Muska
Muskanın arka yüzü, yarım ayı ve ışıldayan güneşi tanımlıyor. Her türlü kuşkuyu bir yana bıraktım; bu taş muska, tünellerin orta taş devrinde (M.Ö. 9000-4000) mevcut olduğunu kanıtlıyor gibime geliyor. 29 cm. yükseklik, 53 cm. genişlikteki bir başka taş levhada bir hayvan oyması var. Bunun dev bir dinozor olduğunu sanıyorum:: Resme bakılırsa, soyları tükenen bu eski hayvanlar karada, ön bacaklarından daha uzun olan arka bacaklarıyla hareket ediyorlar. Hayvanın kocaman gövdesi (Dinozorlar 20 m. uzunluğundaydılar) bu küçültülmüş resimde bile fark edilebilmektedir.
Ayrıca üç parmaklı oluşları da sanımı kuvvetlendirmektedir. Eğer benzetmem «Doğru» ise, çok garip bir şey olacak. Çünkü bu yaratıklar arz orta çağının ileri tebeşir döneminde yaşamışlardı. Yani bugünkü kıtalar şekillenmeye başladıklarında; bundan 135 milyon yıl önce. Uzun boylu teorilere gitmeden yalnızca şu soruyu sormak isterim: O zamanlar hangi düşünen yaratık böyle dev bir sürüngen görmüştü? Önümüzde taştan oyulmuş bir insan iskeleti duruyordu. On çift kaburga saydım, kusursuz bir anatomiydi bu. Yoksa o çağda insan vücudunu bir heykeltraşa model olsun diye açan anatomistler mi vardı? Wilhelm Conrad RÖNTGEN, X-ışınları adını verdiği «yeni bir ışın türü» bulmuştu.
Bilindiği gibi ancak 1895 yılının olayıdır bu! Bir büroda, pardon, bir kare taş odada Moricz, bir kubbe gösterdi. Kubbenin çevresinde karanlık yüzlü, başlarında sivri şapkalar, ellerinde savurmaya hazır mızraklar tutan, dizi dizi bekçiler var. Sanki kendilerini savunmaya hazırlanmışlar. Kubbenin üstünde uçan, süzülen yaratıklar görünüyor. Cep fenerimin ışığında «romanesk» kubbe girişinin arkasında iki büklüm öne eğilmiş bir iskelet gördüm, İskelet pek şaşırtmadı beni. Asıl şaşırtıcı olan kubbenin modeliydi! İlk kubbeyi Heinrich Schliemann, 1874-1876 yıllarında kuzeydoğu Pelepones'de yaptığı kazılarla "Myken" kalesini ve kentini ortaya çıkardığında bulmuştur. Ve bu kubbe 14. yüzyılın sonunda Achaer'ler tarafından yapılmıştı. Okulda öğrendiğime göre, Roma'daki Pantheon, zaman sonrası dönemin 120-125. yılları arasında, Harian tarafından yapılan ilk kubbedir. İşte şimdi bu kubbeyi en eski kubbe modeli diye tanımlıyorum... "Bir taş kaidenin üstünde top burunlu bir palyaço oturmaktadır. Bu küçük adam kulaklarını örten miğferini başında gururla taşımakta. Kulak memelerinde bizim telefonlara benzeyen kulaklıklar var. Miğferin alın kısmında çapı 5 cm., kalınlığı 1 cm. ve üzerinde 15 delik bulunan bir kapsül göze çarpıyor. Boyundaki kolyenin üstünde ise telefon numaratörüne benzeyen delikler bulunuyor. Aynı zamanda cücenin giysisi de çok ilginç. Uzay pilotlarının giysilerin; andırıyor.İçindeki parmakları tehlikeli kontaktlardan en iyi biçimde koruyan eldivenleri var"
Cüce !
Eğer, Madrit'teki Amerikan Müzesi'ni ziyaretim sırasında, kilden yapılmış aynı modelini görmeseydim, kolları arasında motosiklet miğferli, çekik gözlü, çömelmiş bir çocuk tutan kanatlı bir annenin, burada rastladığım figürü üzerinde hiç durmayacaktım. Adı geçen oyuklar ve hazineleri üzerine kitaplar yazılabilir ve yazılacaktır da! Bu kitaplarda pek çokşeyin yanında, üç-beş başlı bir yaratığı tanımlayan, iki metre yükseklikteki taş oyma işlerinden; üzerinde sanki ilkokul öğrencilerinin ilk yazı denemelerini belirten karalamaların bulunduğu üç köşeli levhalardan, altı yüzünde geometrik şekillerin yer aldığı küplerden; bumerang gibi eğik, üzerinde yıldızların kaynaştığı 114 cm. uzunlukta 24 cm. genişlikteki düz sabun taşından da söz edilecektir... Tünelleri kim yaptı; o garip, fakat anlamlı yapıları hangi heykeltraş yonttu, bilen yok. Yalnız bana göre bir nokta açık-seçik ortada: Tünel yapımcıları ile taş işleyicileri aynı adamlar değillerdi. Çünkü bu işlemeler dekoratif amaçtan uzak görünmektedir. Gördükleri ve duyduklarışeyleri taşlara kazıyan adamların, bunları önceden yapılmış yeraltı tünellerinde depo ettikleri olasılığı akla yakındır.
Bu tarih hazinelerine açılan kapı, hâlâ yalnız birkaç güvenilir kişi tarafından bilinmekte ve vahşî bir kızılderili kabilesi tarafından korunmaktadır. Kızılderililer çalılıklarda saklanmakta, kamışlarından fırtlattıkları zehirli oklarla yabancıların hayatlarını kelimenin tam anlamıyla söndürmektedirler. Moricz, yerlilerin reisi ve uygarlıkla ilişki kuran üç kabile mensubu tarafından dost olarak kabul edilmiştir. Her yıl ilkbahar başlangıcında (21 Martta) kabile reisi tapınmak için, tek başına, birinci platforma kadar inmektedir. Reisin yüzü, tünel girişindeki kaya üstünde bulunan şekillerin kopyalarıyla süslüdür. Tünel muhafızlarının kabilesi bugün bile maske ve oyma işleri yapmaktadır: "uzun burunlu insan yüzleri" (Bunlar gaz maskeleri mi acaba?). Moricz'in dediğine göre, bu yörede bir zamanlar gökyüzünden inen, uçan bir yaratığın kahramanlıkları anlatılır. Fakat kızılderilileri ne konuşmayla, ne de hediyelerle bu oyuklara indirebilmek mümkün değildir. - Hayır! diyorlardı Moricz'e. Orada, aşağıda ruhlar yaşıyor..! Erich Von Daniken...
TANRILAR'IN ALTINI |
Erich Von Daniken "The Gold of the Gods" ("Tanrılar' ın Altını") adlı harikulâde kitabında, Ekvator ve Peru' nun altında uzanan "binlerce mil uzunluğunda devasa bir tüneller sistemi" nden sözeder.
Birbirleriyle irtibatlı mağaralar ile tünellerin oluşturduğu bu sistem, 1965' de Juan Moricz tarafından keşfedilmişti. Von Daniken' nin anlattığına göre tünellerden biri, içinde som altından yapılma çeşitli türden hayvan heykellerinin yanısıra taş ve metal nesnelerin de bulunduğu muazzam bir koridor uzanıyordu.Dahası, üzerinden bilinmeyen bir lisanda yazılımış yazılar bulunan metal plakalar (yapraklar) dan teşekkül etmiş, metal bir kütüphane de mevcuttu. Moricz' e göre bu yazılar, insanlığn tarihi ile kaybolmuş bir medeniyet hakkındaki ayrıntıları içeriyor olabilir. Von Daniken, Ekvator ve Peru altındaki tünellerin "çoğunlukla cilâlanmış gibi görünen" ve pürüzsüz duvarları olduğunu belirtmektedir. Bu tünellerin baltalarla çentilerek değil de çok daha gelişmiş yöntemlerle insa edildiklerini farkına varılmıştı.Kitabında, tünelleri yapanların ısı (thermal) matkapları ile birlikte elektron ışın tabancaları da kullandıklarını ileri süren Daniken şöyle diyor :
"... Matkap olağanüstü sertlikteki bazı jeolojik katmanlara gelip dayandığında bunlar, iyice nişan alınarak birkaç kez ateşlenen tabancayla parçalanabiliyorlardı. Sonra, zırhlı ısı matkabı, ortaya çıkan blokların üzerine yöneltiliyor ve yıkıntı yığını ısıtılarak sıvı hale dönüştürülüyordu. Sıvı halindeki hava soğur soğumaz elmas sertliğinde bir sır tabakası oluşturuyordu. Bu tünel sistemi su sızmasına karşı emniyetli olacak ve bölmeleri desteklemeye gerek kalmayacaktı." Von Daniken kitabın sonuna doğru, tünellerinn inşa edilmelerinin özel nedeni ile ilgili olarak, çok ilginç bir kuram ileri sürmektedir. Bu, Brinsley Le Poer Trench' in sözünü ettiği ve gerçek bir tehdit teşkil etmiş olan, sismik faaliyetlerin tehlikelerinden çok daha farklı bir nedendir.
Daniken, çok eski zamanlarda bizlere çok benzeyen insanlar arasında bir kozmik savaş olduğunu iddia etmektedir. Görünüşe göre, kaybedenler bir uzay gemisi ile kaçmışlardır. Brinsley Le Poer Trench ise, gemi adedinin birden fazla olması gerektiğini söylüyor.
Sonra, kaybedenlerin, onlara değişik gelen atmosferimiz içinde taktıkları "gaz maskeleri" nden bahsederek dikkatimizi mağaralarda görülen çeşitli miğferler ile solunnun aygıtlarına çekmekedir, Daniken. Von Daniken iddiasını sürdürerek, zafer kazananlar - bunlar bu gezegende kalanlardır - "oyarak yerin derinliklerine doğru uzandılar ve her çeşit teknik gereçle donatılmış bulunan takipçilerinin korkusundan tünel sistemlerini geliştirdiler.", demektedir.
Sonra, düşmanlarının iyice şaşırtmak için, o zamanlar Mars ile Jüpiter arasında yer alan Güneş sistemimizin beşinci gezegeni üzerinde yayın istasyonları kurtular. Bu istasyonlar sürekli olarak şifreli mesajlar yayınlıyorlardı. Von Daniken' in dediğine göre, bu aldatmacaya kanan düşman, beşinci gezegeni dehşetli bir infilâk ile imha etti. İnfilâk eden gezegenin döküntüsü şimdi "Asteroid Kuşağı" dediğimiz alana yayıldı. Bu alan binlerce asteroidden ve ufak taş parçalarıdan oluşmaktadır. Von Daniken' in belirttiği gibi, "...Gezegenler kendilerince infilâk etmezler. Onları biri infilâk ettirir." Bu, çok çekici ve geçerli olabilecek bir fikirdir. Ayrıca, görülüyor ki çok eski zamanlarda kullanılan silahlar günümüzde ve bu çağda kullanılandan daha da öldürücüydüler. Bu açıdan bakılırsa, Zeus ve diğer tanrıların atıp durdukları "yıldırımlar" ın gerçekte ne oldukları konusu da önem kazanır."
"Timeles Earth" ("Zamansız Dünya") adlı kitabında, Lima'yı Cuzco'ya bağlayan ve oradan da Bolivya sınırına kadar uzanan bir tünel sisteminden söz eden Peter Kolosimo şöyle yazıyor :
"Kazanç peşinde koşanlara çekici gelebilecek tüneller, büyüleyici bir arkeoloji sorunu olarak da gözükürler. Araştırmacılar, tünellerin, bunları kullanan fakat kökeni hakkında bilgileri olmayan İnkalar tarafından yapılmadığı üzerinde hemfikirdirler. Aslında, bu tüneller insanı öylesine etki altında bırakırlar ki, bazı bilim adamlarının yaptığı gibi, bunların bilinmeyen bir devler ırkının elinden çıkmış olduklarını düşünmek pek de tuhaf kaçmaz."
ESKİ GÜNEY AMERİKA'NIN ESRARI |
Harold T. Wilkins de "Mysteries of Ancient South America" ("Kadim Güney Amerika' nın Gizmeleri" adlı kitabında, muhtemelen aynı tünel sistemini anlatırken şunları yazıyordu :
"Büyük tünellere yaklaşım yollarından biri de eski Cuzco' nun yakınlarında bulunuyordu ve halâ daha bulunmaktadır. Ancak, keşfedilmeyecek bir şekilde kamufle edilmiştir. Bu saklı yaklaşım yolu, doğudan, 380 millik bir mesafe boyunca Cuzco' dan Lima' ya uzanan muazzam bir ' yeraltı dünyası' na ulaşır! Bu büyük tünel sonra güneye döner ve 9000 millik bir mesafeyi aşarak 1868 yılına kadar Bolivya olagelen toprakların içlerine doğru uzanır! ..." Wilkins, ayrıca, Batı Hind Adaları' ndaki bazı tünellerden de söz eder :
"Martinik'i ziyaret ettiği zaman Kristof Kolomb'un dikkatini, inanılmayacak kadar eski bir tarihten kalmış olan ve kökeni bilinmeyen, Batı Hind Adaları' ndaki garip tünellere çekilmişlerdi. Şüphesiz, Atlantis' li beyaz ırk, şimdi Batı Hind Adaları olan, fakat çok eski tarihlerde, adının 'Antiller' kelimesiyle hatırlantığı batık bir orta Amerika kıtasının bir parçasını teşkil etmiş olabilecek yerde, muhteşem şehirler inşa etmişti. Asya' nın kadim dünyasının ilginç bir geleneği de, batık ülke ile bir yandan Afrika, diğer yandan da kadim Brezilya arasındn geçişin mevcut olduğu günlerde eski Atlantis' in her yönde uzanan bir tüneller, ve geçitler labirenti şebekesine sahip olmasıydı. Atlantis' te tüneller, ölülerle ilgili kültler ve kara maji klütleri için kullanılırlardı..."
Kolosimo, tünel sistemlerinin dünyanın her yerinde bulunduklarını ileri sürüyordu. Listesine, Güney Amerika' nın ışında Kaliforniya, Virginia, Hawai, Okyanusya ve Asya' yı da katmışştır. Avrupa' da, isveç ile Çekoslavakya' da ve Akdeniz bölgesinde ise Balear Adaları ile Malta' da tüneller mevcuttur .
"İspanya ile Fas arasında, otuz millik bir bölümü incelenmiş olan, muazzam bir tünel uzanmaktadır. Birçok kişi, Avrupa' da bu bölge dışında bulunmayan 'Berberistan Maymunları' nın, Cebelitarık' a bu yoldan geçmiş olabileceklerine inanmaktadır." Kolosimo şöyle devam ediyor:
"Bu devasa (Cyclopean) galerilerin, gezegenimizin en uzak bölgelerrini birbirine bağlayan bir şebeke oluşturduğu düşüncesi bile ileri sürülmüştür."
Denizin altında uzanan bu tünelleri kimler ve hangi nedenden dolayı inşa etmişlerdir? Kadim tünel sistemleri üzerinde Wilkins' in, bize söyleyeceği bazı şeyler daha var : "İç Moğolistan' ın Moğol kabileleri arasında, bugün dahi, tüneller ve yeraltı dünyaları hakkında, kulağa modern romanlardaki kadar fantastik gelen gelenekler mevcuttur. Efsanelerden - eğer böyle denebilirse! - birinin dediğine göre bu tüneller, Afganistan içlerinde bir yerde, ya da Hindu Kuş bölgesinde bulunan ve tufan öncesi nesilden gelen bir yeraltı dünyasına uzanırlar...
Burasının bir ismi de vardır - Agharti. Efsanenin devamı, Agharti' yi benzeri diğer bütün yeraltı dünyaları ile bağlayan bir bağlantılar silsilesi içinde bir tüneller ve yeraltı geçitleri labirentinin uzandığını anlatır - ... Söylendiğine göre yeraltı dünyası, tahıların büyümesini sağlayan ve hayatın uzunluğu ile sağlığa yararlı olan acayip bir yeşil parlaklıkta aydınlatılmaktadır."
Kolosimo, dünyanın bir diğer yerinde de bu yeşil floresanın görüldüğüne dikkati çektiğinden dolayı bu son konu özel bir anlam taşımaktadır. Kolosimo "Timeless Earth" de, Azerbaycan' daki acayip bir " dipsiz kuyu" dan bahseder. Görünüşe göre, kuyunun duvarlarından mavimsi bir ışık çıkmakta ve tuhaf sesler işitilmektedir. Yapılan incelemeler ve keşiflerden sonra bilim adamları en nihayet, tüm Kafkasya ve gürcistan' daki diğer tünellerle birleşen tam bir tüneller sistemi buldular. Belirli bir düzene göre biçimlenmiş olan bu tünelleri tanımladıktan sonra ve bunların Orta Amerika' daki benzerleri ile hemen hemen aynı olduklarını belirledikten sonra Kolosimo, bu tünellerin İran' la ve dahası Çin, Tibet ve Moğolistan tünelleriyle bile birleşen devasa bir sistemin bölümü olduklarından söz eder.
ESRARENGİZ YEŞİL IŞIKLA AYDINLATILMIŞ MAĞRA SİSTEMLERİ |
Şimdi, acaip bir yeşil parlaklıkla aydınlatıldığı söylenen Agharti adındaki bir yeraltı dünyası üzerine Walkins' in anlattıklarına dönersek, bu konuda Kolosimo' nun da söyecekleri vardır :
"Tibetliler, tünellerin kentler olduğuna inanırlar. Bunların sonuncusu, muazzam bir afetten sağ kalanlara halâ daha sığınak vazifesi görmektedir. Bu bilinmeyen kişilerin Güneş' in yerini alarak bitkilerin üremesi ile insan hayatının uzamasına neden olan bir yeraltı enerji kaynağını kullandıkları söylenir. Bu kaynağın yeşil bir floresans yaydığı sanılmaktadır. Bu düşünceye Amerika efsanelerinde de rastlamamız oldukça ilginçtir..."
Bu konudan olmak üzere, Wolfpittes' in Yeşil Çocukları' nın tuhaf hikâyesinin de anlatılanlarla özel bir ilişkisi olabilir.
Görülüyor ki Atlantisliler, çeşitli amaçlar için dünyanın her yanında tünel sistemleri inşa etmişlerdir. Bu amaçları, öncelikle, sismik faaliyet ile seller biçimince oluşan ve o zamanlar için çok olağan sayılan doğal afetlerden ya da uzaydan gelebilecek saldırılardan korunabilmekti.
Bu fantastik tünellerin çoğu bizim bugünkü imkânlarımızın ötesindeki yöntemlerle inşa edilmişlerdir. Senelerdir İngiltere ile Fransa, bir Manş tüneli yapma fikri üzerinde tatrışmaktadır. Ancak, galiba, atalarımızın devirlerine ait bu şaşıtrıcı tünelleri doğal bir rahatlıkla ve gerekli nedenlerden dolayı da oldukça büyük ölçüde inşa etmişlerdir.
BAŞKA YERLER |
Norveç’teki Dolsten mağaralarının yeraltından ve denizaltından İskoçya’ya kadar uzandığı iddia edilir. Ernst Betha’ya göre, Güney Harz dağlarındaki bir giriş İran’a kadar uzanmaktadır. Mısır’da yayınlanan “Bilinmeyen Dünyaya Giden Esrarlı Yol” adlı kitapta, Gize Piramidi’nin altındaki sonsuz bir tünelden söz edilir. Bu tünel dünyanın içine kadar uzanmaktaydı.
Bilim insanları, Batı Afrika’da Atlantik Okyanusunun altından geçen bir tünel girişi keşfetmişlerdi. Moskova şehrinin altında Stalin tarafından yaptırılmış bir yeraltı sistemi vardır. Burası yüz binlerce insanı barındırma kapasitesine sahip, askeri komuta merkezleri, tamirhaneleri, hastaneleri, mühimmat depoları ve demiryollarıyla tam bir yeraltı kenti manzarası sunmaktadır. Arjantin’in başkenti. Buenos Aires’in caddelerinin 15 metre altında, bütün girişleri birbirine bağlı olan bir mağara ağı bulunmaktadır. Bu tip mağaralara Cordoba ve Parana gibi Arjantin şehirlerinin altında da rastlanmaktadır.
Newyork’ta yeraltında bulunan metronun yanında üçgen şeklindeki bir tünel sistemi bulunmaktadır. Diğer bir tünel sistemiyse, Manhattan’ın altındadır.
Japon yazar Shun Akiba, “Teito Tokyo Kakusareta Chikamono Himitsu” (İmparatorluk Şehri Tokyo: Gizli Yeraltı Şebekelerinin Sırrı) adlı eserinde Tokyo şehrinin altında bir yeraltı ağı olduğunu iddia etmektedir. Macaristan’daki Eger şehri yakınlarında oldukça eski ve 60 kilometre uzunluğunda, yüksek bir teknoloji kullanılarak açıldığı sanılan tünelin kimler tarafından yapıldığı bilinmiyor.
Afganistan’ın kuzeyinde, Atlantis’ten kaçabilen insanlar tarafından yapıldığı iddia edilen, tünel ve bunker harabeleri bugün bile görülmektedir. Efsanelerde buralarda “Agarti” denmektedir.
ABD’li araştırmacı Dr. Ron Anjard “Pursuit Magazine”de yerlilerin efsanelerini değerlendirdiği bir makalesinde (1978) ABD’de 44 adet yer altı şehri olduğunu iddia etmişti. Bu kabilelerden “Anjard” kabilesi, yer altı şehirleri ve onlarla ilgili medeniyetler hakkındaki bilgilerini halen gizli tutmaktadır.
1895 yılında Kaliforniya’da bulunan Yosemit Vadisinde araştırma yapan bir grup bilim adamı, 2.50 m. boyunda bir kadın mumyası bulmuştu.
Nevada’da bir insana ait dev bir uyluk kemiği bulunmuştu. Bu kemiğin büyüklüğünden, o insanın 3 m. boyunda olduğu ortaya çıktı.
J. C. Brown, 1904’de Cascade dağlarında (Wilson/Arizona yakınlarında) bulunan bir mağarada dev insan kemikleri buldu.
ABD’de Dr. R. F. Bruce, 1964 yılında, Colarado çölündeki Panamit Dağı’nın güneyinde 80.000 yıl öncesine kadar uzanan eski bir medeniyete ait mağaralar sistemi buldu. Dr. Bruce’un buluntuları değerlendirmesine göre, buralarda yaşayanlar 2.70-3.10 m. boyunda dev insanlardı!… Dr. Bruce bu insanların yok olan Mu imparatorluğunda yaşamış olduklarını iddia etmişti.
İddialara göre, 10 Nisan 1963’de Amerikan “Trasher” nükleer denizatlısı, deniz altındaki geçitleri ve mağaraları incelerken iz bırakmadan kaybolmuştu.
Kaliforniya’daki ünlü “Ölüler Vadisi”nin altında da yer altı olduğu iddia edilmektedir. Buna benzer iddialar, Güneybatı Nevada, Grand Canyon ve Pennsylvania için de ileri sürülmüştür.
Washington’daki ünlü “Beyaz Saray”ın altında da eski bir tünel sistemi olduğu iddia edilmektedir.
Peru’daki Cuzco şehri yakınlarındaki devasa tünel sistemine giriş, bir grup bilim adamının 1923’de burada kaybolmasının arından polisçe kapatılmıştı.
Tibet’te ve Keşmir’in kuzeydoğusundaki Karakurum’da yer altı şehirleri vardır. Bunlar “Taklamakan Altın şehirleri” diye anılırlar.
“The East Caves of Syracuse” adıyla anılan Syracuse, New york’ta bir tünel sistemi mevcuttur. Bu tünel sisteminin girişi deniz tabanının altındadır ve Amerika’nın doğu kıyısı ile İngiltere’yi birleştirmektedir.
Güney Almanya ve Avusturya’da rastlanılan esrarengiz mağaralar ve mağara sistemlerini burada belirtmeden geçemeyiz. Bunların yapay olması da başka bir gariplik arzetmektedir. Çünkü bu mağaralar normal bir insan için oldukça basık ve dardır.
Ayrıca Avusturya/Steirmarkt’da 1912 yılında bu mağaralarda yapılan bir araştırmada, küçük yapılı insanlara ait olduğu sanılan iskeletler bulunmuştu.
ABD’deki Salt Lake City’in altında çok eski zamanlardan kalma tüneller ve katakomb’lar ağı vardır.
(U.S Public Law 100-691) ABD yasaları yer altı tesisleri ve mağaralarla ilgili her türlü bilginin kamuoyundan gizli tutulmasını emretmektedir. Bu yasayla “İç Dünya” ile ilgili her türlü bilgi kamuoyundan gizlenmektedir.