ÖNCE BÜYÜK TUFAN

39°42'8.78"K 44°17'56.67"D

Tufan dünyanın nasıl yıkılıp bir çiftin veya bir grubun dışında insanların yok edildiğini nakleder. Tufan rivayetleri, kozmik felâketler içinde en çok ve en yaygın olanlarıdır. Diğer bazı felâketler de insanların yok olmasına sebebiyet vermiştir. Bu rivayetlerin yer aldığı kültürlere göre tufan, tanrılar tarafından günah işleyen insanlarla birlikte dünyada mevcut bütün canlı varlıkları ortadan kaldırmak üzere gerçekleştirilen ve bütün dünyayı istilâ ettiğine inanılan su felâketidir.

Hz. Nūh Allah tarafından yeryüzünün ilk müşrik toplumuna gönderilmiş bir peygamberdir. Kavmini Allah’ın birliğine ve kendisinin Allah’ın rasulü olduğuna imana davet etmiştir. Hud Suresinin ilk 2 ayetinde şöyle bahsedilir:

“And olsun, biz Nûh’u kavmine elçi gönderdik. (Nûh) Onlara: «Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım. (Hûd, 25)

Allâh’tan başkasına tapmayın! Ben size (gelecek) elem verici bir günün azâbından korkuyorum!» (dedi.) (Hûd,26)

Hz. Nūḥ kavmine yaptığı bu tebliğden bir sonuç alamamış, onların aşağılama ve işkencelerine maruz kalmıştır.

O zaman kavminden inkâr eden kimselerin ileri gelenleri (şöyle) dedi: “Biz seni, bizim gibi beşerden başka (olarak) görmüyoruz. Ve bizden aşağı (fakir, zayıf, aciz) olan basit görüş sahibi kimselerden başkasının da sana tâbî olduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilâkis sizleri yalancı zannediyoruz.” (Hûd,27)

Ancak inkârcı kavim zamanla isyanlarını arttırıp, eziyetlerini ve hatalarını çoğaltmıştır. Öyle ki kendilerini akıllı görüp peygamberlerini sapkınlıkla itham edecek kadar ileri gitmiş, hatta onu davasından vazgeçmeyeceği takdirde taşlamakla tehdit etmişlerdir. O, önceleri kendisine yapılan eziyetlere rağmen kavminin cehaletini dile getirerek Allah’tan onları bağışlamasını istemiştir. Hz Nuh tam 950 sene bu vazifesini sürdürmüştür.Bu süre içinde onlarda hiç bir düzelme olmamış, her gelen neslin hata ve günahı artmıştır. Üstelik birbirlerine Hz. Nūh ile ilgili “Bu bizim babalarımız ve dedelerimiz zamanında da vardı, delidir, onun söylediği hiçbir şeyi kabul etmeyin” diyerek uyarılarda bulunmuşlardır. Bazıları çocuklarını Hz. Nūh un yanına götürerek “Bunun seni yoldan çıkarmasına izin verme, ben senin gibiyken babam da beni ona götürmüş ve seni uyardığım gibi beni uyarmıştı" demişlerdir Tüm bunların üzerine Nihâyet eziyetlere tâkat getiremeyince Cenâb-ı Hakk’a acziyetini arz etti.

"Rabbim! Beni yalanlamalarına karşı bana yardım et." (Muminun-26) Ayrıca Şu'ara Suresinde "Benimle onların arasında sen hüküm ver. Beni ve beraberimdeki müminleri kurtar." (Şu'ara -118) demektedir. Sonrasında Yüce Allah Nuh'un duasına şöyle icabet eder:

Ayrıca Nuh’a şöyle vahyettik: «Bil ki kavminden şimdiye kadar iman etmiş olanlardan başka artık kimse iman etmeyecektir. Onun için yaptıkları şeylerden dolayı kederlenme" (Hud-36)

Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulüm yapanlar hakkında da bana bir şey söyleme. Çünkü onlar kesinlikle suda boğulacaklardır. (Hud-37)

Nihayet emrimiz geldiği ve tennur (tandır veya geminin kazanı) tutuşup parladığı zaman dedik ki; «Erkeği ve dişisi olan her canlıdan ikişer tane, aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında, aileni ve iman etmiş olanları geminin içine yükle». Zaten beraberinde iman edenler çok az idi. (Hud-40)

"Bunun üzerine biz de onu ve beraberindekileri, o dolu gemide taşıyarak kurtardık." (Şu'ara 119)

 

ANTİK KAVİMLERDE TUFAN

Dünyada çok büyük bir felaketin yaşanmış olduğuna dair hemen hemen tüm uygarlıkların antik bilinç altına kazınmış bir bilgi vardır. Tüm mitolojiler ve dinler Nuh’a kendi lisanları doğrultusunda bir isim vermişlerdir. Dünya üzerinde 19 antik kavmin, 7 ana bölgenin, 39 ayrı dilin ortak kabul ettiği bir efsanedir Nuh’un hikayesi.Bu nedenle çeşitli kavimlede Nuh'a farklı farklı isimler verilmiştir Bunlardan bazılarını ve söylencelerini aşağıda yazmaktadır (Altta)

Nuh Tufanı insanlık tarihinde çeşitli kültür ve yörelere göre detayda çeşitlilikler gösterse de, genel olarak derin izler bırakmış, insanlığı etkilemiş bir tarihi hadisedir. Tufan olayı, Tevrat ve İncil’in dışında, Sümer, Asur-Babil kayıtlarında, Yunan efsanelerinde, Hindistan’da Satapatha, Brahmana ve Mahabharata destanlarında, İngiltere’nin Galler yöresinde anlatılan bazı efsanelerde, İskandinav Edna efsanelerinde, Litvanya efsanelerinde ve hatta Çin kaynaklı öykülerde birbirine çok benzer şekillerde anlatılır. Eski Yunanlılarda bu söylencenin Fenikelilerce aktarıldığı ağırlık kazanmıştır. Sümerlerde Zisudra olan kahraman, Babil versiyonun da Utnapiştimdir.

 

ASUR::Asur versiyonu toplam dört fragmanda tufan olayından bahseden Atrahasis destanına göre Enlil, insanlığı cezalandırmak için üzerlerine birtakım felâketler gönderir ve sonunda tufan koparmaya karar verir. Tanrı Ea, Atrahasis’e rüyasında bu durumu haber verir, Atrahasis kendisine verilen talimat doğrultusunda bir gemi inşa eder.

AFRİKA:Tanrı, Tumbaniot adında dürüst bir adama bir gemi yapmasını söyler. Karısını, oğullarını ve çeşitli hayvanları o gemiye bindirmesini emreder. Tufan olur ve Tanrı’ya saygısızlık eden insanlar yok olur. Geriye sadece Tumbaniot ve ailesi kalır.

ALASKA: Alaska da yaşayan Tlingit kabilesi, atalarının büyük kanolarla tufandan kurtulduklarını anlatırlar. Efsaneye göre, kabile halkı büyük kanolara binip yüksek bir tepeye sürüklenmişler. Aşağıya bakınca ağaçların, hayvanların ve insanların akıntıya kapılarak hızla uzaklaştıklarını görmüşler.

AZTEK/TOLTEK:Güney Amerika’nın Aztek-Toltec kayıtları Coxcox, Tezpi ya da Teocipactli’nin eşi, çocukları ve hayvanlarıyla birlikte servi ağacından yapılmış büyük bir salla tufandan kurtulduklarını anlatır. Dünyayı kaplayan ve 52 yıl süren tufan sona erince, Coxcox un karayı aramak için saldan kuşlar uçurduğu söylenir. Yırtıcı kuşlar yiyebilecekleri cesetler bulunca geri dönmedi fakat bir kuş ağzında bir dalla birlikte geri dönünce Coxcox, Colhuacan Dağı’nda karaya çıktı.

AVUSTURALYA:Avustralya’da tufan anlatımlarında bütün suları yutan dev bir kurbağadan bahsedilir. Susuzluktan kırılan hayvanlar, bu kurbağayı güldürmeye karar verirler. Kahkaha patlatan kurbağanın ağzından çıkan sular tufana yol açar.

ABBORJİN:

BABİL:Utanapiştim, Fırat kenarındaki Şuruppak şehrinin kralıdır. İnsanoğlunun aşırı gürültüsünden rahatsız olan tanrılar, insan soyunu tufan ile yok etmek isterler; fakat tanrı Ea, Utanapiştim’i haberdar eder ve ailesiyle birlikte belli sayıda hayvanı kurtarmak için bir gemi yapmasını soyler. Tufan, sel gibi yağan bir yağmurla başlar ve bu yağmur, altı gün, yedi gece sürer. Adeta göklerin vanaları açılır, yerin bentleri yıkılır, sonunda her yeri su kaplar. Yedinci gün fırtına diner ve gemi Nissir dağına oturur. Aynı gün Utanapiştim bir güvercin, sonra bir kırlangıç gönderir, fakat kuşlar geri döner. Nihayet bir karga gönderir, karga geri dönmez. Bunun üzerine Utanapiştim, Nissir dağı üzerindeki gemiden iner

ÇİN:Yeryüzünde büyük bir tufan olacaktır. Tanrı Dum’u uyarır. Dum bir gemi yapar ve tufandan kurtulur. Tufandan sonra gemi Tibet Dağı’na oturur ve insan soyunu Dum ve oğulları devam ettirir.

HAWAİİ: Tanrı Kane, Nu’u’ya insanları cezalandırmak için tufan yollayacağını söyler. Nu’u’dan tufandan kurtulması için büyük bir kano yapmasını ister. Tufanda adadaki insanlar ölür sadece Nu’u, karısı ve oğulları sağ kurtulur.

İBRANİ/TEVRAT: Nuh Tufanı, Tevrat’ın Yaratılış bölümünde anlatılır. Tanrı, Nuh’a insanların kötülükleri bitmediği için onları yok edeceğini söyler. Tevrat’ta Nuh’tan, Noah diye bahsedilir.

İRAN:İran’da mevcut inanışa göre dünya, korkunç bir kış mevsiminde biriken karların erimesiyle oluşan tufan neticesinde son bulmaktadır. Ahura Mazda, ilk insan ve ilk kral Yima’ya bir kaleye çekilmesini öğütler. Yima da insanların en iyileriyle çeşitli türde bitki ve hayvanları yanına alarak bu kaleye sığınır ve kopan tufan altın çağa son verir.

HİNDİSTAN:Hindistan’da Vedalar’da yer almayan tufan olayı, ilk defa Catapatha Brâhmanâ’da nakledilir. Bir balık insan ırkının atası olan Manu’yu gerçekleşmesi çok yakın olan tufandan haberdar eder ve bir gemi yapmasını öğütler. Tufan başladığında, balık, gemiyi kuzeye doğru çeker ve bir dağın yanında durdurur. Mahabharata ve Bhagavata Purana’da tufan hikâyesinin kısmen farklı versiyonları bulunmaktadır.

İNKA:İnka efsanelerinde de bir ya da birkaç kişinin And Dağları’nın en yüksek tepelerine tırmanarak 60 gün 60 gece süren tufandan kurtulmuş oldukları anlatılır. Üzgün gözlerle göğe bakan bir lama, sahibine, denizlerin karaya çıkacağını söylemiş ve onu başka insanların, kuşların ve hayvanların toplandığı Villcacoto Dağı’nın tepesine çıkarmıştır. Sular durulunca And Dağları’nın tepesindeki insanlar, lamalar ve vahşi hayvanlar aşağıya inip yeni yaşamlarına başlamışlardı.

KIZILDERİLİLER: Hopi Kızılderililerinin efsanelerinde, bundan önceki üçüncü dünyanın yıkılışı anlatılır. Efsaneye göre Hopiler kendilerini çok yüksek ağaçların boş gövdelerine bağlayıp tufandan kurtulmuşlardır. “Sular başıboş kalmıştı, sanki dünya yüzünde. Dağlardan daha yüksek dalgalar karalara vurdu. Kıtalar parçalandı ve dalgalara gömüldü.” Efsanenin devamında her şey durulunca sağ kalanların kendilerini en yüksek dağlardan birinin tepesinde buldukları anlatılır. Her taraf sular altında kalmıştı. Denizlerin dibinde kentler, patuwvotalar (hava gemileri) ve kötülüğe karışmış hazineler yatıyordu. Yeni bir dünya yaratılmış ve Yaratıcının elçisi tarafından öğütlere sadık kalınması söylenmişti. Yoksa dördüncü dünya da öncekiler gibi yıkılacaktı.

KORE

MAYA: Maya efsanelerinde de birkaç kişinin derin mağaralar saklanarak tufandan kurtuldukları anlatılır. Sel, yangın ve depremlerle başlayan felaket, “Göklerden büyük gürültüler geldi ve ardı arkası kesilmeyen yağmurlar gece gündüz yağdı. İnsanlar evlerin damlarına tırmanmaya çalıştılar ama evler suların altında kaldı. Gökler yere iniyordu sanki, karalar çöktü ve bir anda her şey sona erdi” şeklinde tanımlanır. i Bochica ile eşinin bir devenin üzerinde yüksek dağlara tırmanarak tufandan kurtulduklarını anlatır. Sular durulunca Bochica suların akıp süzülmesi için Tequendama’da bir delik açmıştır.

MISIR:Eski Mısır inancına göre evren sekiz elementten oluşuyordu. Nun tanrısı elementler arasındaki en önemli olan suyu temsil ediyordu. Eski Mısır inancına göre aslında Nun’un herhangi bir cinsiyeti yoktur ama kimi inanışa göre Nun, mavi yeşil ciltli ya da kurbağa kafalı bir adamdı fakat yaratılışın gereğinden dolayı sonraları Naunet olan Nun, yılan başlı bir kadın olarak tasvir edilmiştir.

Mısır’da insanlar yaratılışın suyla geldiğine ve dünyanın yok oluşunun da suyla olacağına inanıyorlardı.Bir hikayeye göre, Ra’ya saygısızlık eden insanların yok edilmesi için Nun, Ra’dan gözünü göndermesini ister. Sonunda yeryüzündekiler yok olunca Ra gökyüzüne taşınmıştır.Bu hikaye bir yaratıcıya yapılan saygısızlık sonucu insanların suyla bağlantılı bir şekilde yok edilmelerinden dolayı Nuh Tufanı ile özleştirilmiştir.

NORVEC: İskandinav Edda efsaneleri Bergalmer ile eşinin büyük bir tekneyle tufandan kurtulduğunu anlatır: “Sular yükseldi, dünya karardı ve okyanus canavarları su yüzüne çaktı. Kayalık dağlar birbirine çarptı ve topraklar sulara gömüldü. Gökten parlak yıldızlar düştü ve alevler cennete kadar yükseldi.” Efsaneye göre sular durulduktan sonra Bergalmer ile eşinin insanları yeniden çoğalttıkları söylenir.

SÜMER:Sümer versiyonuna göre tanrılar tufan koparmaya ve insanlığı yok etmeye karar verirler, ancak tanrılardan bazıları, bundan hoşlanmaz. Tanrılardan biri, dindar, tanrı korkusu bilen, ilâhî vahiyler alan Kral Ziusudra’ya bir tufan kopacağını haber verir ve ondan bir gemi yapmasını ister. Tufan, yedi gün yedi gece boyunca ülkeyi kaplar. Ziusudra, bir gemi yapmak suretiyle tufandan kurtulur. Gemiden çıkınca kurban takdim eder ve tanrılar, onu ölümsüzleştirerek güneşin doğduğu yere, Dilmun’a yerleştirirler.

TÜRK:Yedi kardeş vardı, Tufanın kopacağı onlara haber verilmişti. Onların en büyüğünün adı Erlik, bir diğerinin adı da Ülken idi. Onlar yedi kardeş olarak bir gemi yaptılar ve her tür hayvandan bir çift gemiye aldılar. Tufan bittikten sonra bir horozu bıraktılar, soğuğa dayanamayıp hemen öldü. Sonra bir kazı suya bıraktılar kaz dolaşıp gemiye geri dönmedi. Üçüncü kez kargayı bıraktılar o da geri gelmedi. Bir leş bularak onunla ilgilenmişti. Yedi kardeş yere, kıyıya yetiştiklerini anlayarak gemiden indiler.”

YUNAN:Yunan mitolojisine göre tanrı Zeus, gün geçtikçe daha çok günah işleyen insanları bir tufanla yok etmeye karar verir. Promethee, oğlu Deucalion’u Zeus’un bu kararından haberdar eder ve ona bir tekne yapmasını öğütler. Deucalion, tekneyi yaparak karısıyla birlikte bu tekneye biner ve dokuz gün dokuz gece sularda sürüklendikten sonra tufanın sona ermesiyle Parnassos dağına ayak basar.

 

 

Tevrat’a göre İnsanlar yoldan çıktıkları için Rab onları yok etmeye karar veriyor. Nuh, Allah’ı tanıyan, onunla birlikte giden biri. Rab, ona insanları yok etmek için bir Tufan yapacağını, göklerin altında yaşayan bütün canlıların bu tufanda yok olacağını bildiriyor. Nuh’a kendisine bir gemi yapmasını söylüyor ve geminin nasıl yapılacağını, içine neler alacağını bildiriyor. Nuh söyleneni yerine getiriyor. Gemiye oğullarını,karısını,gelinlerinin yanında hayvanları erkek ve dişi olarak gemiye bindiriyor.

TUFAN NE KADAR SÜRDÜ

KURAN:Hz. Nūh yeryüzünden haber getirsin diye kargayı gönderir. Karga leşin üzerine konup geri dönmeyince bu sefer güvercini yollar. Güvercin bir zeytin dalıyla döner, bu arada ayakları çamurludur. Hz. Nūh suların çekildiğini anlar, gemiden inerler.Gemidekilerin Receb’in onunda hareket ettikleri yüz elli gün suda kaldıktan sonra Muharrem’in onuncu günü karaya çıktıkları ve oruçlu olduklarına dair Katāde’den bize ulaşan bir rivayet vardır.

Tufan başlıyor ve 40 gün sürüyor. Tufan başladığında Nuh’un 600 yaşında olduğu yazılıyor. Yeryüzünde her şey yok oluyor. Sular ancak 150 günde azalıyor. Gemi 7. ayda ve ayın 17. gününde Ararat dağına oturuyor. Tekrar 40 gün bekliyor Nuh. Sonra suların tamamıyla çekilip çekilmediğini anlamak için önce bir kuzgun salıyor dışarı. O geri gelince bekliyor, bir güvercin uçuruyor. Üçüncü defa gönderdiği güvercin dönmeyince karaya çıkıyorlar. Kurbanlar kesiyor Nuh.,Tufandan sonra 350 yıl daha yaşıyor ve bütün insanların onun soyundan geldiği kabul ediliyor.

TEVRAT: Tevrat’a göre tufan, Şubat’ın 17’sinde başladı. 40 gün yağmur yağdı ve sular yükseldi. Suların yükselmesi 150 gün sürdü. Temmuz 17’de gemi Ağrı Dağı’na oturdu. Bu, tam 5 aylık bir süre. Fakat karaların görünmesi için tam 1 yıl geçmesi gerekmekteydi. Gılgamış destanında ise şöyle anlatılır: “Bu kıyamet 6 gün, 6 gece sürdükten sonra 7. gün gemi Nisirdağına oturuyor. 7 gün bekledikten sonra Utnapiştim bir güvercin salıyor dışarıya. O konacak yer bulamadığı için geri dönüyor. Daha sonra bir kırlangıç gönderiyor, fakat o da geri geliyor. Son olarak uçurduğu kuzgun geri dönmeyince dışarı çıkıyorlar.

TUFAN YEREL Mİ? KÜRESEL Mİ ?

Dünya çapındaki bir Tufan gibi dünya çapındaki bir felakete işaret eden birçok Kutsal Kitap dışı kanıt bulunmaktadır. Her kıtada muazzam fosil mezarları ve geniş bitkisel alanların hızla örtülmesini gerektirmiş olan büyük kömür yatakları bulunmaktadır. Dünyanın her tarafında dağ tepelerinde okyanuslara ait fosiller bulunmuştur. Dünyanın her yerindeki kültürlerde bir tür Tufan efsanesi vardır. Bu gerçeklerin hepsi ve daha başkaları dünya çapındaki bir Tufan gerçekleşmiş olduğuna kanıttır.

Eğer Tufan bölgesel olsaydı, Allah niçin Nuh’a taşınmasını ve hayvanları da yanına alıp göç etmesini söylemek yerine bir gemi inşa etmesini istesin? Ve Tanrı neden Nuh’a, yeryüzündeki her çeşit kara hayvanını barındırmaya yetecek kadar büyük bir gemi yapması talimatını versin? Eğer Tufan dünya çapında olmasaydı, bir gemiye ihtiyaç olmazdı.

"Nuh dedi ki: “Ey Rabbim! Yeryüzünde kâfirlerden hiç kimseyi bırakma!" (Nuh-26)

"Muhakkak ki eğer Sen, onları (yeryüzünde) bırakırsan, Senin kullarını dalâlete düşürürler ve facir kâfirden başka (evlât) doğurmazlar" (Nuh-27)

Tevrat’ta Tūfān"nın tüm yeryüzünü kapladığı haber verilirken Kur’an’da açık bir bilgi  yer almamaktadır. Bu konuda müfessirlerin yorumları da farklıdır. Taberī (11/Hūd:43) ayetini açıklarken  "yeryüzünde  Nūh ve  gemidekilerden başka, mahlûkattan hiç kimsenin kalmadığı" konusunda görüşünü bildirmekte ve Ehl- i Tevrat’tan Avc b'Unuk’un sağ kaldığına” dair haberi nakletmektedir. Aynı haber S̠ aʿlebī tefsirinde de vardır. S̠ aʿlebī’nin bildirdiğine göre bunun nedeni Hz. Nūh’un gemiyi yaparken ihtiyaç duyduğu ağacı Avc b'Unuk’un Şam’dan getirmesidir. Buna karşılık Allah onu tūfāndan kurtarmıştır.

S̠ aʿlebī’de tūfānın bütün yeryüzünü kapladığı hakkında açık bir ifade yer almamakla beraber Mucahid’in "suların dağların on beş arşın üzerine çıktığını" bildiren haberi ve "geminin Kâbe’yi tavaf ettiği, Kâbe’nin sular altında kalmaması için Allah tarafından yükseltildiği" haberi rivayetleri arasındadır.

İbn'Atıyye tūfānla ilgili iki farklı görüş rivayet etmektedir. Buna göre bir grup tūfān"nın Nūh kavmine mahsus olduğu görüşündedir. Çoğunluk ise imar edilmiş yerlerin tamamının sular altında kaldığı kanaatindedir.

İbn'Atıyye bu konuyu "Allah Kur’an’da ‘Biz rasul göndermedikçe azap etmeyiz’ buyururken Hz. Nūh’un gönderilmediği topluluklar bu azabı nasıl hak eder?" şeklinde aklî delillerle de izah etmektedir.İbn'Atıyye "Yeryüzünde Nūh (a.s.)’ın kavminden başka kimse yaşamıyordu." demeyi de uygun bulmaz.

Ancak âlimlerden bir grubun, hadislere dayanarak "Nūh ve gemidekilerden başka kimsenin kurtulmadığı, buna göre tūfāndan sonra yeryüzünde yaşayanların Nūh’un soyundan geldikleri" görüşünü nakletmektedir. Böyle düşünenlere göre o dönem Hz. Ādem’e yakın bir dönemdir ve insanlar bugünkü kadar çoğalmamıştır. Bu da Hz. Nūh’un nübüvvetinin uzun süren peygamberlik dönemi içerisinde onlara ulaşmış olması demektir.

Rāzī Tūfān olayını yeryüzündeki bütün toplulukları yok ettiğini  düşünmektedir.  Konuyla  ilgili  görüşünü  ibaresini tefsir ederken açıklamaktadır. "Nūh (a.s.) gemiden çıkınca yeryüzünde bitki ve hayvanlardan kendisine fayda verecek hiçbir şeyin kalmadığını anladı. Nasıl yaşayacağı ve ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağı konusunda korktu. Allah’ın Selametle inin!" buyurması ondaki bu korkuyu giderdi.

İbn Kes̠ īr Allah’ın muttakîler için dünya ve ahirette kâfirlere karşı zafer ve galibiyet hazırlamasının tıpkı “Nūh kavmini boğması ve Hz. Nūh’u ve inananları kurtarması gibi sünnetullāh olduğunu” ifade etmektedir. Yine İbn Kes̠ īr Mālik’in (v.179/795) Zeyd b. Eslem’den (v.136/754) “Nūh kavminin dağ ve ovalar dar gelecek kadar çoğaldığı” rivayetini nakletmiştir. İbn Kes̠ īr’e göre “Allah Nūh kavmine azap ettiğinde yeryüzünde sahip olmadıkları bir karış toprak kalmamıştı. tūfānda su Tüm Yeryüzünü kaplamış, hatta dağların on beş arşın üstüne çıkmıştı.

Tūfān Nūh kavmini Allah’ı ve peygamberini inkârda direnmeleri yüzünden topluca helak eden bir azaptır. Bu azapla cezalandırılan Nūh kavmi yeryüzünde helak edilen ilk topluluktur. Allah Hz. Nūh’tan sonra da nicelerinin helak edildiğini (17/İsrā:17) ayetiyle bildirmektedir.Kur’an’da Nūh kavminin kendisinden sonra cezalandırılan kavimlerden daha azgın olduğu haber verilmiştir: "Şüphesiz O, önce gelen Âd kavmini ve Semûd kavmini helâk etti ve hiç kimseyi bırakmadı. Daha önce de Nûh’un kavmini helâk etmişti. Şüphesiz onlar daha zalim ve daha azgın kimselerdi."

Hūd peygamberin kavmi Ād ve Salih peygamberin kavmi S̠ emūd da günahları yüzünden farklı yöntemlerle helak edilmişler ancak hiçbiri insanlığın hafızasında Tūfān kadar yer etmemiştir. Tūfān hikâyesinin bu kadar yaygın olarak bilinmesinin ve Hz. Nūh’un hayatı ile ilgili olarak akla ilk gelen kavram olmasının nedeni ne olabilir? Bu durum Tevrat’ta bildirildiği gibi suların yeryüzünün tamamını kapladığı düşüncesini doğrular


Bu başlık altında yaptığımız çalışmada hedef, ilgili kaynaklarımızda yer alan bilgileri değerlendirmek olsa da mevcut bilgilerden yola çıkarak tūfānın niceliğine dair bir şeyler söylemek mümkündür. Bu konuyla ilgili bilgileri değerlendirdiğimizde tūfān'nın Hz. Ādem’le başlayan ve çoğalan insan neslinin tümünü kapsadığını ve bunların da zaten Hz. Nūh’un kavmi olduğunu söyleyebiliriz. Yani olay belli bir bölgede gerçekleşmiştir. Bazı rivayetlerde geçen "Nūh kavminin dağları ve ovaları kapladığı" görüşünü kabul edersek Hz. Nūt’un tebliği için uzun yolculuklar yapmış olması gündeme gelecektir. Tufanın yaşayan herkesi kuşattığı gerçektir. Öyle ki yer ve gök sularının birleşmesi ile oluşan dalgalar insanları kuşatmış,  yüksek  yerlere  de  ulaşarak  inkârcılara  kaçacak  yer  bırakmamıştır.tūfāndan sonra geminin yüksek bir tepeye oturduğunu ifade eden 11/Hūd:44) ibaresi de bu anlamı teyid etmektedir. Görüşlerini incelediğimiz müfessirlerden sadece İbn ʿAtıyye azabın Nuh kavminin bulunduğu bölgede gerçekleştiğini söylerken, diğer Tüm müfessirleri yaygın kanaati, yani “yeryüzünün tümünü kapladığı” görüşüdür

JEOLOJİK KANITLAR

Jeolojik bulgular tüm dünyayı etkileyen bir tufanı desteklemektedir. Bilim adamlarının tahminine göre arz sathının katmanlarının % 75’ten fazlası taş yapılıdır. A.B.D’de Kaliforniya ve Colorado platosunda büyük tabakalar bulunmakta olup; en çok bilinen yığılma tabakaları, 18.000 metre derinlikle Hindistan’dadır. Jeologlar Tufanı ispatlar mahiyette ve hemen hemen dünyanın her yerinde, değişik iklim ve coğrafik bölgelerden taşınmış hayvan ve bitki fosilleri bulmuşlardır. Bütün bu fosiller, canlıların taşınarak büyük bir sel sonucunda buralarda fosilleştiğinin açık göstergesidir.

Kuzey Rocky dağlarında denizde yaşıyan hayvanlardan Trilobit ve yapılan bozulmamış böceklerin fosilleri bulunmuştur. Yapılarının bozulmayışı bu canlıların yavaş yavaş değil âniden öldüklerini göstermektedir. Hatta balık fosilleri, tabakalar arasında hiç bozulmadan kalmıştır. Büyük bölgelerde milyarlarca balıktan oluşan balık sürüsü fosilleri de bulunmaktadır.

Jeolog H. Miller Britanya adalarının büyük bir bölümünü kaplayan çok eski devirlerinden kalma fosiller hakkında şunları söylemektedir: ” Tarihin herhangi bir döneminde korkunç bir âfet 150 km lik bir şeritte balıkların âni ölümüne neden olmuştur. Orkney adalarında ve Cormarty’de aynı durum görülmektedir. Buradaki balık fosilleri büyük bir ölümün izlerini taşımaktadır. Vücutları kıvrılmış ve eğri şekildedir. Kuyrukları bazen kafalarına kadar kıvrılmıştır. Bu manzaraya ancak kramptan ölen balıklarda rastlanır.” Miller’in işaret ettiği bölge 51.800 km2 sahayı kaplamaktadır. Ve bölge yok edici bir tahribatının izlerini taşımaktadır.

Jeolog Harry S. Ladd da, Kaliforniya Santa Barbara’da 15 – 20 cm uzunluğunda balıkların kapladığı 10 km2 lik bir sahadan sözetmektedir. Peki bu Balık fosilleri, bataklık olan bu kara parçasına nasıl gelebildiler?

Paleontologların dikkat çektikleri bir başka yer de A.B.D. eyaleti Wyoming’dedir. Çok çeşitli balık ve bitki fosilleri burada mevcuttur. Bölgede 2,5 m uzunluğunda balıklarla 1,20 m uzunluğunda palmiye yaprakları bulunmuştur. Ayrıca kaplumbağa, yengeç, timsah, kuşlar, memeli hayvanlar ve böceklere ait birçok fosil bulunmuştur. Çeşitli iklim ve bölgelere ait fosil karışımları en büyük fosil yataklarındandır. Baltık denizi Bernstern’de bulunan böcekler de prehistorik devirdekilerden daha yenidir ve dünyanın çeşitli bölgelerinden gelmişlerdir.

Jeolog Heribert – Nilson bazı yapraklarda klorofilin böceklerde de yumuşak doku kısımlarının ve pigmentlerin korunduğunu; bunun da, bu canlıların âni ölümlerinin belirtisi olduğunu söylemektedir.

-------------------------------------------------

Tufan’ın en güçlü delillerinden biri de, dünyanın en yüksek dağı olan Everest’te bulunan fosillerdir. Burada çok çeşitli salyangoz kabukları, balık yüzgeçleri bulunmuştur. Ayrıca diğer zirvelerde de bu tür fosillere rastlanmıştır. Jeologlar Ağrı Dağı’ndan deniz hayvanlarının kabuklarını getirmişlerdir. Ağrı bölgesindeki iki göl de, tufanın izlerini taşır. Van gölü deniz sathından 1714 m yükseklikte olup, %022,4 nisbetinde tuz içerir. Bu haliyle deniz özelliği göstermektedir.

İran’daki Urmiye gölü ise 1489 m yüksekliktedir. 144 km uzunlukta ve 48 km genişliktedir ve hiçbir yerinde 6 m den daha derin değildir. Taş nisbeti de % 23 dür. Birçok araştırmacı, tuzlu göllerin tufandan sonra geriye kaldığını söylemektedir. Örneğin, Van gölünde yaşayan Ringa balığı deniz balıkları grubuna girmektedir. Ağrı Dağı’nın jeolojik incelenme yapan Clifford Burdick, dağın 2000 metre yukarısında hindistan cevizi büyüklüğünde tuz tabakaları bulmuştur. Bu da tufan sırasında suların ne kadar yükseldiğini göstermektedir. Deniz o dönemde buharlaştıkça geriye bu tuz parçalan kalmıştı.

Tufanın bir diğer delili de Ağrı’nın 3500 – 4000 m yüksekliğindeki konglomerat maddesidir. Bu kalsiyum-karbonat gibi bağlayıcı bir tabaka taşıdır. Ve ayrıca bunun meydana gelebilmesi için lav akması ve çok güçlü su gereklidir Sadece okyanuslarda yaşayabilen canlıların fosilleri Himalayalar’ın tepelerinde bulunmuştur. Bunların nasıl oralarda bulunduğunu açıklayabilecek hiçbir teori yoktur.

Sadece bitkilerin fosilleri değil aynı zamanda, yarasaların, arıların, bir balığı yutmakta olan başka bir balığın, fosilleri bulunmuştur. Oysa bu organizmalar yavaş fosilleşmez, çamura birden gömüldüğünün kanıtıdırlar.

Amerika’daki büyük kanyonda bir kireç taşı tabakasının tamamıyla fosiller ile dolu olduğunu ve bunun bir anda ancak büyük bir tufan ile olabileceğini belirtir. Üstelik bu tabaka aynı pozisyonda Penisilvanya’da İngiltere’de ve Himalayalarda’da olduğu gösterilmiştir.

Amerika’daki bir çökelti tabakasının çok uzun hatlar boyunca devam ettiğini söyler.

Bu katmanın diğerlerinden bıçak gibi ayrıldığını belirtir. Bunun ise ancak aniden oluşan bir çökelti ile mümkün olacağını söyler.

a) Polistrat (çok tabakalı) Fosiller

Dünya çapında bir tufanın en güçlü kanıtlarından biri de "Polistrat fosilleri"nin varlığıdır. Jeolog, biyolog ve bilim tarihçisi olan Rupke şunları söyler:
"Benim kişisel kanaatime göre; polistrat fosilleri hem Tufan'ın gerçek oluşunun hem de tufandan dolayı meydana gelen çökme-çökelme mekanizmasının en can alıcı şahitleridir."

b) Kırıntılı Damar Kayaçları   

Kırıntılı damar kayacı; farklı, yabancı bir kaya kütlesinin içine zorla sokulup, onu boylu boyunca geçmiş çökelti maddesidir.

c) Katı Madde Akıntıları

Katı madde akıntıları, su altından çamur akışına denmektedir. Kum kayası tortuları, "küresel bir Tufan"ın sonucu meydana gelen tortulardır.

d) Geniş Alanlara Yayılmış "Çökelti Tabakası" ve "Gözleme" Tipi Katmanlaşma

Tüm Dünya'daki çökelti tabakasını gözlemlediğimizde, nerdeyse her yerde "düz uzanan" yani "gözleme" tipinde  katmanlaşmış olduğu görülür. Bu da benzeri görülmemiş bir Tufan'a işaret eder.

e) Değişik Yüksekliklerde Bulunan Çok Sayıda Fosil Balina

f) Dünya'daki Dağlarda Deniz Kabukları veya Deniz Fosillerinin Bulunması.

g) Sibirya, Alaska ve Kuzey Avrupa'da Çok Sayıda Donmuş Mamutlar ve Mamut Kemikleri Bulunması

h) Kayalardaki Yarıklarda Bulunan Karışık Hayvan Kemikleri

Jardindes Plantes'te jeoloji profesörü ve paleoentolog olan Albert Gaudry, bu konuda şunları söylemektedir:"Mont de Sautenay, Dijon ve Lyons arasında yer alan ve üstü düz tabak gibi olan bir dağdır. Zirvede bir kayada bulunan yarığın içi hayvan kemikleriyle doludur. Neden bir sürü kurt, ayı, at ve öküz her yerden uzak bulunan bu tepeye çıkmışlardır?"Londra Jeoloji Derneği eski başkanı Prestwich; bir arada bulunan hayvan kemiklerini, yükselen sulardan kaçan hayvanların buralara sığınması olarak açıklar.

i) Taşınan Büyük Kaya Blokları

Tüm Avrupa ve Kuzey Amerika'da gizemli bir güç tarafından taşınmış inanılmaz büyüklükte "yabancı kaya blokları" bulunmuştur. Yüksek ihtimalle bu blokları taşıyan güç, tüm kıtaları silip süpüren büyük bir "Tufan"dır.

j) Meksika Körfezine Tatlı Suyu Getiren Çok Büyük Çaplı Su Akışı: Tufan

Miami Üniversitesinden dünyanın en önemli jeologlarından ve paleooşinografinin kurucusu Cesare Emiliani'nin ve Cambridge Üniversitesinde Nicholas Shackleton'un araştırması, "deniz tuzluluk oranında dramatik bir değişme"yi gösteriyor. Emiliani, Meksika körfezine bu kadar büyük miktarda tatlı su akmasını şöyle açıklıyor:
"Biz artık biliyoruz ki foraminifera kabuklarındaki oksijen izotopu oranları, Meksika körfezi suyunun tuzluluk derecesinin önemli ölçüde düştüğünü göstermektedir. Bu da açıkça, zamanımızdan 10.000-12.000 yıl önce bir Tufan olduğu anlamına gelmektedir. Tufan olduğuna ve onun evrensel olduğuna dair hiç bir soru işareti yoktur."

k) Karadeniz Küresel Tufan'a Tanık

Karadeniz'de yapılan araştırmalar, bir tatlı su gölü olan Karadeniz'in, Tufan sularıyla bir iç deniz haline geldiğini gösteriyor. Muhtemeldir ki Dünya'nın daha başka "tatlı su gölleri", "iç denizler"e dönüşürken; Dünya'da "yeni oluşan çukurlar"a Tufan sularının dolmasıyla "yeni göller"ortaya çıkmıştır.

l) Yaklaşık 12.000 Yıllık Oluşumlar

Amerika'da Niagara şelalelerinin 12.500 yıl evvel meydana geldiği hesaplanmıştır. Cordilleras dağları, yaklaşık 10.000 sene evvel meydana geldiler. Karbon 14 testlerine göre şu anda Bermuda civarlarında deniz altında olan geniş bir bölge de, 11.000 sene önce sedir ormanları vardı. Aynı şekilde İngiltere'ye yakın Kuzey Denizi, İrlanda ve Grönland yakınlarında deniz diplerinde, binlerce sene önce denizin dibini boylamış ormanlar görülmektedir.

ASTRONOMİK KANITLAR

Tufanla ilgili astronomik deliller de bulunmaktadır. Adelaid Rasathanesinden George F. Dodwell 1960 larda Prof. Arthur J. Brandenburger’e gönderdiği mektubunda 26 yıldır güneş yörüngesi üzerinde çalıştığını ve geçmiş, devirlerde ekliptik ekseninin 23,5’ten bir ara 26,5’e çıktığını ve 1850 yıllarında da tekrar yine 23,5’e döndüğünü yazmaktadır. Ayrıca 1970 yılında yayınlanan bir bilim dergisinde tarihin herhangi bir devrinde bir kutup değişmesi olduğu yazılmaktadır.

TUFAN NASIL OLDU

İnsanlık tarihinin en önemli ortak hikayelerinden biri olan Nuh Tufanı’nın nasıl gerçekleştiği bilimsel olarak henüz kanıtlanabilmiş değil. İslamiyet öncesi Türkler dahil olmak üzere Sümerler, Asurlar ve Babiller, Tufan konusunda önemli veriler bıraktıkları gibi, İncil, Tevrat ve Kur’an-ı Kerim gibi kutsal kitaplarda da Büyük Tufan anlatılmaktadır. Fakat Büyük Tufana sebep olan suyun nereden gelip nereye gittiği, henüz bilimsel olarak yanıt bulamamıştı

Bu sorulara yanıt arayan bilim adamlarından birisi de İstanbul Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Yavuz Örnek, Nuh Tufanı’na ilişkin çarpıcı bir teori ortaya attı. Örnek, Nuh Tufanı’na sebep olan büyük yağmurların ve yeraltı sularının tüm dünyayı etkileyecek yeterlilikte olmadığını bunun bir gök cisminin etkisiyle olduğunu öne sürdü. Yavuz Örnek, “Bazı bilim adamları dünyaya yakın geçen bir gök cisminin yeraltı sularını yeryüzüne çektiğini ve şiddetli yağışların olduğunu tahmin etmektedirler. Bizim burada ileri süreceğimiz teoride de bir gök cisminin etkisi olduğu vurgulanacaktır. Fakat bugün dünyadaki yeraltı sularının tamamı yeryüzüne çıksa bile bir Tufan için yeterli değildir. Zaten bunu söyleyenler Tufan’ın tüm dünyada değil sadece bir bölgede olduğuna inanmaktadırlar. Kendileri de bilmektedir ki yeraltının bütün suları dünyayı kaplamaz” diyerek teorisinin başlangıç kaynağını açıkladı.

 

Yeraltı sularının dünyayı tamamen kaplayamayacağı bir gerçektir. Peki bu su nereden geldi? Tufan olayını bilimsel olarak çözebilecek en mantıklı yaklaşımın ‘suyun uzaydan geldiği’ teorisi olduğunu söyleyen Yavuz Örnek, “Tufana neden olması mümkün olan başka bir olay daha var. Dünyada bugünkü kadar su yoktu. Su uzaydan geldi. Tufan olayını bilimsel olarak çözecek en mantıklı düşünce budur. Bakın Mayalar ne diyor. “göklerden büyük gürültüler geldi ve ardı arkası kesilmeyen yağmurlar gece gündüz yağdı. Gökler yere iniyordu sanki karalar çöktü ve bir anda her şey sona eriverdi"

Suyun uzaydan geldiğine dair 3 delil vardır. Kuran-ı Kerimde bildirilen “biz göklerin kapılarını açtık” ayeti, yeraltı sularının yetersizliği ve kültürlerdeki bilgiler. Gerçek şu ki tufanın bütün dünyada olduğunu bildikten sonra mevcut koşullar içinde böyle bir tufanın oluşması için dünyada bulunan sudan çok daha fazlasına ihtiyaç vardır ve bu da dünya dışından gelmiştir” dedi. Örnek, teorisini,

“Birinci ihtimal bir kuyruklu yıldızdır. Kuyruklu yıldızlar donmuş su, toz ve gazlardan ibarettir. Dünyanın yörüngesine giren dev bir kuyruklu yıldız tufana sebep olur. Hem çekimle mağmayı tetikler, yeraltı sularını yeryüzüne çıkarır hem de bünyesindeki buzun erimesi ile suyunu dünyaya kaptırır.

İkinci ihtimal ay bir astronomik olayla atmosferini kaybetti. Su buharı ve gazlardan oluşan karışım bin yıl gibi bir zamanda dünyaya ulaştı.

Üçüncü bir ihtimal dünyaya yakın geçen bir gök cisminin atmosferini dünyaya kaptırması.

Beşinci bir ihtimal su buhar halinde göktaşları gibi uzayın bilinmeyen bir yerinden geldi” diyerek sürdürdü. Görüşlerini kendi kurduğu www.yavuzornek.com adlı internet sitesinde yayınlayan ve bilimsel verileri de paylaşan Dr. Yavuz Örnek, son olarak teorisini şöyle özetledi: “Tufanda dünyaya doğru uzaydan milyarlarca ton tutan bir su bulutunun veya bir kuyruklu yıldızın gelmesi büyük bir ihtimaldir. Yerin çekim gücüne kapılarak atmosfere karıştı ve şiddetli yağmurları oluşturdu. Meçhul gök cisminin çekimi ile mağma da yeryüzündeki buzulları eriterek dünyayı su kapladı. Suyunu kaptıran bu gök cismi bilinmeyen bir gök cismi olabileceği gibi dünya yörüngesinden ayrılan bir uydu veya şimdiki tek uydumuz da olabilir.

Ve gemi onları dağlar gibi dalgaların arasında götürdü. Ve nihayet şöyle denildi: Ey yer suyunu yut, ve ey gök suyunu tut. Su çekildi, iş bitirildi ve gemi cudinin üzerine oturdu. Ve zalimler topluluğu helak olsun denildi.” (Hud :40-44

DÜNYANIN MANTOSUNUN ALTINDA DEV BİR OKYANUS BULUNDU

Alın size kapı gibi cevap oldumu?


Northwestern ve New Mexico’ dan bilim adamlarının yaptığı araştırmaya göre, ABD’nin derinliklerinde okyanus olma potansiyeli var. Dünya’nın mantosunun altında bulunan su ringwoodite adı verilen kaya tabakasının içine hapsolmuş durumda. Dünyanın mantosunun altında bulunabilecek su miktarının bütün okyanuslardan daha fazla su barındırabileceği belirtiliyor. Mavi gezegenimizin yüzeyi ile tektonik tabakaları arasındaki iç rezervleri arasında ne kadar su alışverişi olduğunu bulmaya çalışan bilim adamları Kuzey Amerika’ daki derin lav paketlerini inceledi. Northwestern Üniversitesi’nden jeofizikçi Steve Jacobsen ve New Mexico Üniversitesi’nden sismolog Brandon Schmandt Kuzey Amerika’da yerin 400 mil (643 km) altında su olduğunu gösteren lav paketleri buldular. Bu keşif Dünya’nın derinliklerinde su bulunabileceğini ve tektonik plakalar en derin yerlerinde magmanın dibinde bu kayalarında eridiğini gösteriyor. 13 Haziran’da Science araştırma dergisinde yayınlanan bir araştırma Dünya’nın nasıl oluştuğunu ve içeriğinde manto kayalarında ne kadar su hapsolabileceğini gösterdi. Bu araştırma sayesinde yıllardır yaşadığımız dünyadaki büyük miktarda suyun kaynağı belirlenebilir.


Bilim insanları yıllardır Dünya’nın alt ve üst mantosu arasında 400 ila 650 km arasında su bulunabileceğini tartışıyorlar. Jacobsen ve Schmandt ise mantoda ,geçiş bölümü olarak da bilinen bölgede ilk kez su bulunabileceğine ilişkin doğrudan kanıt buldu. Bu bölge ABD’nin iç bölgelerine doğru genişliyor. Yrd. Doç. Dr. Schmandt dünyanın derin mantosu ve kabuğu üzerindeki sismik dalgaları inceleyerek çeşitli gözlemler yapıyor. Bu gözlemlere dayanarak Jacobsen , jeolojik proseslere dair tahminler yapıyor. Araştırma Jacobsen’in 643 km derinliklerdeki manto kayasındaki yüksek basınçları simüle ederek, Amerika’daki 2000 sismometreden alınan verileri kullandı. Jacobsen ve Schmandt’ın bulguları Dünya’nın 643 km altındaki su depolayan kayalarda başladığına ilişkin kanıt üretti. Ringwoodite minerali barındıran kayaların su dönüşümü prosesinde anahtar rol oynadığı belirtiliyor. “Çoğu erimenin mantonun 80 km yukarılarında olduğu düşünülürse, bu derinlikte erimenin olması kayda değer gerçekten. Eğer geçiş bölgesinde önemli miktarda su varsa tutarlı bir veri bulmuş sayılırız,” diyor Schmandt.


Araştırmacılar eğer bu tabakada %1 su bulunuyorsa bu da tüm okyanuslardakinin 3 katına denk su olduğunu belirtiyorlar. Bu bölümdeki suyun hidroksil (OH) durumunda mineralin kristal yapısına sıkıca bağlandığı ve 400 km boyunca katı kayaların yüksek basınç ve 1090 Celsius derece sıcaklık nedeniyle elmas yapıda bulunabileceği belirtiliyor. Araştırmalar ringwoodite tabakasının Brezilya volkanının 640 km altına kadar altında elmastan bir tabaka oluşturduğunu gösteriyor. Safir mavisi bir taş olan ringwoodite’in yüzden birden fazla su bulundurabileceği laboratuar testlerinde anlaşıldı. Hidroksil erimesi denilen bir erimeyle bu tabakanın derinlere doğru itilerek silika perovskite’ e dönüştüğü fakat bu madenin su hapsetmemesinden dolayı suyun tekrar ringwoodite kayalar tarafından emildiğini düşünüyorlar. Bu kayalar aynı bir sünger gibi suyu emiyor.

NUH'UN GEMİSİ

 

Allahu Teala, Kur'an'da akıl sahiplerine ve düşünenlere hitap eder. İslam alemi, ilimden uzaklaştırılıp tembelliğe, ilmi terk etmeye, itildikden sonra batı hayranlığı aşılandı. Yıllarca batılıların dediklerine ilim diye uydurduklarına inandık. Bazı uydurma batı teorileri o kadar komik ki bizlere hala derslerde okutuluyor, gerçekten okutuyorlar.

- Mesela, Amerika kıtasında, Avrupa'nın rüyasında bile görmeye gücünün yetmeyeceği medeniyetler var iken,  güya Kristof Kolomb tarafından keşfedilmiş.
- Ateşin keşfi de yalan... İlk Ademler zamanında yüzlerce yanardağ, devamlı yanmakta olan doğalgaz kuyuları var idi.
- Batılı, “Dünya tepsi gibidir” düşüncesine sahipken, Amerika kıtasının medeniyetleri astronomide zirvedeydiler.
- Newton'un kafasına elma düşmeseydi yer çekiminden de haberimiz yokmuş.
- Arşimed, hamama gitmeseydi suyun kaldırma kuvvetinden mahrum olarak gemi icat edilmeyecekti güya. Oysa Arşimed'den binlerce yıl evvelinde denizlerde kayıklar ve gemiler yüzüyordu. Hatta göklerde ve uzayda bile gemiler vardı. Biz bu teknoloji ile yaklaşık yüz yıldan beri tanışığız düşünün.

İşte biz bu aldatmaca bilgilerle Hz Nuh (a.s.) zamanında taş devrinde yaşanıldığını sanıyoruz. Buna göre de Hz Nuh (a.s.)'un gemisini tahtadan sanıyoruz. Nuh tufanının dünyanın çok büyük bir bölümünü etkilediği bilinmektedir. Dünyada günümüzde yaklaşık bir milyon tür hayvan var. Bunlara böcekleri, kuşları ve balıkları da dahil edersek 20 milyon hayvan türü var.

Hz Nuh (a.s.) gemiye kuşları, böcekleri almadı varsayalım. Unutmayın ki Hz Nuh (a.s.) zamanında yaşayan birçok hayvanın zamanımızda nesli tükenmiştir Geriye kalan bir milyon hayvanı ya da yarısını Hz Nuh (a.s.) nasıl bir gemiye yükledi? Hem de her hayvandan birer çift. Gemi günlerce aylarca kara yüzü görmedi öyleyse gemide hayvanlar için tonlarca et ve ot olması gerekirdi. Bu kadar yükü alacak bir gemi binlerce stadyum büyüklüğüne ulaşır. Ve anlatıldığı gibi tahtadan ve çividen yapıldıysa Nuh as ahşap ve çivi fabrikaları mı kurmuştu?

GEMİNİN ÖZELLİKLERİ NEYDİ

BOYUTLARI: İbn ʿAbbās’tan gelen bir rivayete göre Nūh’un dedesinin ölçüsüyle geminin Uzunluğu: 300 Eni: 50 Yüksekliği: 30 (Zira)dır Katlar halindeki geminin suyun üstündeki kısmı 6 Ziraʿdır. Biri diğerinden aşağıda olmak üzere geminin üç kapısı mevcuttur.Aynı ölçülerle başka bir rivayet de Katāde’den bize ulaşmıştır. Hasan-ı Basrī gemiyi Uzunluğu: 1200 Yükseklik 600 olarak nakleder.Uzunluğu: 80 Eni: 50 Yüksekliği: 30 zira ʿ diyenler de vardır. Hatta S̠ aʿlebī hem bu rivayete hem de Dahhak ’ın İbn ʿAbbās’tan naklettiği rivayetine yer vermektedir.Uzunluğu: 660 Eni:330 Yüksekliği: 30 zira dır Bir kat sürüngen ve vahşi hayvanların, bir kat insanların bir kat da kuşların olmak üzere üç kattan oluşmuştu.

 

Not: Zira o zamanlarda araplardaki uzunluk ölçüsüdür (İnsan kolunun Dirsekten Parmak ucuna kadar olan kısmına denir ) Yaklaşık olarak (1 Zira yaklaşık 51-64-70 cm arasında değişir ) Buna göre bir hesap yapalım ve en küçük değeğeri kullanalım

Uzunluk: 300x51=15300 metre Yükseklik: 50x51=2550 metrer En 30x51=1530 metre olur

Uzunluk 1200x51= 93696000 metre Yükseklik 600x51=30600 metre olur. Eni Belirtilmemiş

Uzunluk 80x51=4080 metre Yükseklik 50x51=2550 metrer En 30x51=1530 metre olur

Uzunluk 660x51=33660 metre Yükseklik 330x51=16830 metrer En 30x51=1530 metre olur

Görüldüğü gibi verilen değerlerin en küçüğü ile hesaplama yapsak bile ortaya muazzam ölçüler çıkmaktadır....

Tevrat'ta verilen ölçüler doğruysa Nuh'un Gemisi çok büyüktür, günümüz ölçüleriyle hesaplarsak gemi 42.5 milyon cm 3 hacminde olmalıdır, bu da bize 45 ile 66.000 ton arasında bir gemi demektir. Yani en üst olasılıkla Nuh'un Gemisi Titanik'le eş düzeydedir. Ama bir de Babil dönemi Tufan yazıtlarındaki ölçüleri göz önüne alırsak ortaya 228.000 tonluk bir gemi çıkar ki, bunun günümüzde dahi yapılması kolay değildir. Bir başka hesap daha var, eğer bilinen kara hayvanlarından birer çifti Titanik çapında bir gemiye koyar ve böceklerle, kuşları eklersek geminin ancak yarısını doldurabiliriz, öyleyse Nuh un Gemisinin yarısı neden boştu sorusu akla gelir? Bu cevap belirsiz gibidir. Tevrat'a göre uzunluğu 136 m. eni 22,5 m. yüksekliği 13.5 m. ve üç katlıdır, bir sandığa benzer.

YAPISI: İlhami Yangın, konuyla ilgili araştırmasında, dini kaynakları referans göstererek Hz. Nuh’un gemisinin tahtadan değil, metalden yapıldığını ve Titanik gibi buharla çalıştığını iddia etti. Araştırmasını Tevrat’a ve İslam alimlerinin yorumlarına dayandıran Yangın, geminin 42.5 milyon santimetre küp, 50 bin ton ağırlığında, 205 metre boyunda olduğunu belirtti. Yangın, Elmalılı Hamdi Yazır’ın geminin buharla çalıştığına dair Kuran’ın Hud suresinin 40’ıncı ayetindeki ‘Nihayet emrimiz geldiği ve tennur (tandır veya geminin kazanı) tutuşup parladığı zaman dedik ki; erkeği ve dişisi olan her canlıdan ikişer tane, aleyhlerinde hüküm verlimemiş olanların dışında aileni ve iman etmiş olanları geminin içine yükle.’ ifadesinden yola çıkarak, bu sonucuna vardığını söyledi.

HAREKET SİSTEMİ : Nuh’un Gemisiyle ilgili Alimlerin üstünde mutabakata vardığı diğer bir konu ise geminin buharla çalıştığı. Elmalılı Hamdi Yazır’ın konuyla ilgili görüşleri şöyle: "Ancak bu geminin yelkenli olmayıp, vapur gibi ocaklı ve istim gibi feveranlı, yani kaynayıp fışkıran bir kuvvetle harekete geçmiştir."Şimdi biz gemiden söz edilirken tam ocak feveran ettiği sırada ‘yükle’ emri verildiğini işittiğimiz zaman o geminin hareket etmeye hazır bir vapur olduğunu anlamakta hiç tereddüt etmeyiz.” Kur’an’daki şu kelime çok dikkat çekicidir: Tennûr. Lügatte kapalı bir ocak, bir fırın demektir ki, dilimizde "tandır" olarak kullanılır. Leys şöyle demiştir: "Tennûr" genellikle bütün dillerde gelmiş olan bir kelimedir. Bir benzeri de "tennar" teleffuzudur. Ezherî de demiştir ki; "Bu şunu gösterir: İsim bazan A'cemi olur, Arap onu Arapçalaştırır da sonra Arapça olur. Ve buna delil, aslı tennar olmasıdır. Bundan önce Arapça'da "tennûr", bilinen bir şey değildir. Bunun benzeri başka dillerden Arapça'ya geçmiş olan dîbâc, dinar, sündüs, istebrak gibi kelimelerdir. Arap bunları konuşmaya başlayınca artık Arapça olmuşlardır." Hz. Nuh’un gemisinin kazanlı olup buharla çalıştığına dair bilgiler, Ömer Nasuhi Bilmen’in Kur’an tefsirinde şu şekilde anlatılır: ‘Hz. Nuh’un gemisi saçtan yapılmış ve buharla çalışan bir gemiydi. Üç tabakadan oluşuyordu. Alt tabakada vahşi haşarat denilen hayvanlar, orta tabakada sair ehli hayvanlar, üst tabakada Hz. Nuh ile kendisine iman etmiş olanlar bulunuyordu’.

Nihayet emrimiz geldiği ve tennur (tandır veya geminin kazanı) tutuşup parladığı zaman dedik ki; "Erkeği ve dişisi olan her canlıdan ikişer tane, aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında, aileni ve iman etmiş olanları geminin içine yükle". Zaten beraberinde iman edenler çok az idi. (Nuh 40)


“Feverân” kelimesi de biliniyor ki, kuvvet ve şiddetle kaynamak ve fışkırmaktır. Şimdi biz, gemiden söz edilirken tam ocak feveran ettiği sırada yük emri verildiğini işittiğimiz zaman, o geminin hareket etmeye hazır bir vapur olduğunu anlamakta hiç tereddüt etmeyiz. Lakin vapuru görmemiş olanlar bunu anlayamazlar ve "Acaba bu ocağın feveranı da ne demektir? Bu olsa olsa bir işaret olacaktır" diye düşünmekte mazur olurlar.

Eslâf yani ilk devir müfessirleri bunun hakkında muhtelif mânâlar kayd ve nakletmişlerdir. Bunları şöyle özetleyebiliriz:

1- Müfessirlerin çoğu, "tennûr"un gerçekten bir ocak manasına geldiğinde görüş birliği içindedir.

2- Araplar arasında bazan yeryüzüne de "tennûr" denildiği görüldüğünden, tennûrun feveranı yer yüzünden suların fışkırması olacaktır. Nitekim Kamer sûresinde "Bunun üzerine şakır şakır akan sularıyla göğün kapılarını açtık. Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık. Ezelde takdir edilmiş bir emir üzere sular birleşti." [Kamer suresi, 11-12] buyrulmuştur, demişler.

3- Tennur'dan murad yeryüzünün yüksek ve şerefli mevkileri demektir ki, harikulade bir olay olarak oralara bile sular fışkırmıştır, demişlerdir.

4- "Fârettennûr", şafak attı, tan yeri ağardı, sabah oldu mânâsına gelir, denilmiş ve bunun Hz. Ali'den menkul bir tefsir olduğu söylenmiş.

5- İş kızıştı, şiddetlendi mânâsına "fırın kızdı" denildiği gibi, "fârettennûr" da böyledir, denilmiştir. Lâkin bu dört mânânın dördü de mecazdır.

Ancak meselenin özü, hârikulâde bir hadiseye ait olduğundan tefsir âlimlerinin hemen hepsi (cumhur), bu mânâları, tennûr kelimesinin gerçek ve lügat mânâsından saymaya sebep teşkil etmediğini söylemektedirler.

6- Ebu Hayyan, tefsirinde Hasen'den rivayetle "tennûr"un "gemide suyun toplandığı yer" olduğunu nakletmiştir, ki bu ifade hemen hemen geminin kazanını andırıyor.

Görülüyor ki, tefsir âlimlerinin rivayetlerinin bazı noktaları yukarıda arzettiğimiz mânâya değinir yapıdadır. Yani geminin yelkenli bir gemi değil, kazanla çalışan bir vapur olduğunu hatırlatır mahiyettedir. Rivayetlerdeki bu ayrıntılar da görüldükten sonra biz şimdi hakkıyla diyebiliriz ki, tennûrun gerçek manasıyla bir ocak olması, aynı zamanda onun gemide su toplanan bir kazan ile ilişkili olmasına da engel değildir.

Cumhur’un “ocak” olduğu hakkındaki rivayetiyle bu rivayet arasında tenakuz/çelişki de yoktur. Harf-i tarif ile "et-tennûr" buyurulması, bunun gemiye ait bir tandır, bir ocak olmasını açıkça belli eder. Aynı zamanda Hz. Nuh'a ait bir tennûr ol m ası da buna engel değildir. Çünkü bu onun bir mucizesidir.

Bu hususla ilgili ayetin zahirine karşı, "O zaman öyle bir vapur nasıl yapılabilirdi? Yapılmış olsa bu sanat unutulur mu idi?" gibi vehim ifade eden bir iki sual akla gelebilir.

Halbuki daha önceki çağlarda bilinip de sonradan kaybolup gitmiş bir takım sanatların olduğu bile tarihi misallerle sabittir.

Kaldı ki Hz. Nuh, gemisini beşerin bilgi ve tecrübe birikimiyle değil, doğrudan doğruya "Bu gemiyi Bizim gözetimimizde ve vahyimize göre yap!" âyetinde de ifade buyurulduğu gibi, Allah'ın vahyi ile ve yine O'nun gözetiminde yapmıştır.

Her cinsten bir çift, yani erkeği ve dişisi olan her canlıdan ikişer tane ki, bunun miktarını Allah bilir, gemiye alınmıştır. Bu kadar canlıyı alabilen ve bunlarla beraber Hz. Nuh'un bir oğlunun dışında bütün aile fertlerini ve az da olsa kavminden kendisine iman etmiş olanları, gerek insanlar, gerek diğer hayvanlar için gerekli olan yiyecekleri dahi yüklenerek, dağlar gibi dalgalar içinde akıp giden bir geminin hârikulâde bir gemi olması ve bunun basit bir yelkenli gemi gibi düşünülmemesi gerekiyor.

"O devirde böyle bir gemi yapılabilir miydi?" sorusuna karşılık, "Öyle fırtınalı ve dalgalı bir tufanda bu kadar yükü küçük bir yelkenli taşıyabilir mi?" sorusuyla cevap vermek gerekir. [Hud suresi, 37-38; Elmalı’lı Hamdi Yazır, Hak dini Kur’ân dili, Hud suresi tefsiri]

Eski Ahit’e göre Nuh Peygamber’in inşa ettiği gemi 137 metre uzunluğunda, 23 metre genişliğinde. Yüksekliği ise 14 metre. Yine hesaplamalara göre güvertesi yaklaşık olarak 36 tenis sahası büyüklüğünde. Eski Ahit’ten hareketle akıl yürüten Hıristiyan teologlar, gemiye o dönemin tüm türlerini temsil eden 40 bin çift civarında hayvanın bindiğini kabul ediyor. Karşı çıkanlarsa, nesillerin devamının sağlanabilmesi için en az 1.5 milyon çiftin gemiye alınmış olması gerektiğini belirtiyorlar.



“Nuh'u da tahtalardan yapılmış, çivilerle çakılmış gemiye bindirdik.” Kamer-13  

Kur'an'ın meali günümüz Arapçasıyla tercüme edilmiştir. Haliyle Kamer suresinin 13. ayeti de yukarıdaki gibi manalandırılmış.

“Ve hamelnahu ala zati elvahıv ve dusur” Kamer-13

“hamelnahu” “biz yükledik” manasındadır. Yani Allahu Teala, “hayvanları ve insanları gemiye biz yükledik” diyor. “Biz” kelimesi Allahu Teala'nın birçok isminin kudretlerini anlatmaktadır.
“elvahıv” levhalar anlamındadır. Hud suresinde geçen Hz Nuh (a.s.) ile ilgili manalara göre bu levhalar, tahtadan değil erimiş madenlerden yapılmıştır. Ayetin arapcasında tahta kelimesi yoktur.“dusur” kelimesinin günümüzdeki anlamı, tahtaların rabıtalarının bağlantıları ve perçin mealindedir ancak “dusur” Bu manlara göre Kamer-13 ayetinin meali şu şekildedir:

“biz onları, madeni levhalardan yapılmış ve aniden gözden kaybolan bir gemiye bindirdik”  Kamer-13

“Nihayet emrimiz gelip de sular coşup yükselmeye başlayınca Nuh'a dedik ki: (Canlı çeşitlerinin)  her birinden birer çift ile -(boğulacağına dair) aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında- aileni ve iman edenleri gemiye yükle!» Zaten onunla beraber pek azı iman etmişti.”Hud suresi-40  (TDV meali)

Ayetin orijinalinde, “sular coşup yükselmeye başlayınca Nuh'a dedik ki: (Canlı çeşitlerinin)”  “-(boğulacağına dair) aleyhinde söz geçmiş olanlar dışında”  cümleleri yoktur. Bu cümleler ayetin mana akışına göre mealciler tarafından verilmiştir.Bu ayeti açalım;



“Hatta iza cae emruna ve farat tennuru kulnahmil fiha min küllin zevceyniseyni ve ehleke illa men sebeka aleyhil kavlü ve men amen ve ma amene meahu illa kalıl” Hud-40


“Hatta iza cae emruna”
= emrim geldi
“farat tennuru” =  farat, ıssız yerlere konan nişan anlamına gelir. tennur, tandır anlamındadır tandır ısı enerjisi üretir ancak ayette Nuhun gemisinin enerji kaynağıdır.
“kulnahmil” = içinden ses gelen manasındadır nahme kelimesidir.
“min küllin zevceyniseyni ve ehleke” = “tüm çiftleri ve ehlini” anlamındadır.
“men sebeka” = “men” o kimse, o varlık demektir. “sebeka” kalıba dökülmüş maden, yarış, süratli anlamındadır. “men sebeka”o gemi, madenden yapılmış süratli anlamınada gelir.
“amen” = mukim olmak, yerleşmek, yani o gemide mukim olmaktır.
“ma” = yayılıp yerleşmek. Bu anlamlara göre ayetin yakın orijinal anlamı şöyledir:

“emrim geldiğinde, (nuh), kalıba dökülmüş madenden yapılma gövdesinden ses çıkaran ve süratle ıssız yerlere (bir ihtimal göklere) gidebilen gemiye ehlini ve hayvanlardan çiftleri yerleştirdi” Hud-40


Arapçada gemi, "sefine"dir. Ayette gemi değil “fülke” kelimesi geçer. Fülke, zamanımızda kayık anlamındadır. İbrahim suresinin 79. ayetinde, Allahu Teala denizde yüzen gemiler için “sefine” tabirini söyler. Kefh suresi, Hud suresi gibi sırlar yüklü surelerde ise “fülke” tabirini kullanır. Aralarındaki fark nedir?

Gelelim geminin yapısına, günümüzde ki gemiler, uçaklar bile güçlü bir fırtınada alabora olurken yada düşerken , hiçbir canlının sağ kalmadığı dünya yüzeyini harabeye çeviren, bitki örtüsünü silip süpüren, korkunç bir yıkıcı güce sahip bir felaketten , tahtadan, yapılmış bir gemi buna dayanıp ta nasıl kurtulabilir. O zaman gemi’nin bizim bilmediğimiz başka bir şeyden yada, bilmediğimiz bir şekilde yapılmış olması ihtimaldir ve böyle bir geminin de kolay kolay yok olması yada çürümesi çok zor dur ve aynı mısır piramitleri gibi dayanıklı ve kalıcı olması gerekir.( Mısır piramitleri Nuh tufanından sonra yapılmıştı ) Nuh peygamber oğluna gemi hakkında şöyle demiştir “ korkarım üzerine çok şey yığılır” gerçektende aradan geçen on binlerce yılda gemini üzerine neler yığılmış ve onlarca metre toprak altında kalmış olmalı ayrıca Hud suresi 44 te geçen Cudi kelimesi, aslında yüksek tepe anlamındadır ama hangi yüksek tepe

GEMİYE ALINAN HAYVANLAR KONUSU (BİR GARİP TEORİ)

Aşağıdaki yazılanlar bir teori olup gerçeği yansıtmamsada :) Ancak yinede bir düşüncedir almadan edemedik.

Her peygamberin bir mesleği vardır. Hz Nuh (a.s.)'nin meslek konusu mücerret alemlerdir. Mücerret alemler gözle görülemeyen mikrobiyoloji, hücreler, atom altı yapıları da içerir. Kısaca nano teknoloji, Hz Nuh (a.s.)'nin ilim sahasıdır. Gen ilminin ilk öncüsüdür, Hz Nuh (a.s.)'den sonra bu ilimler Sümerler gibi medeniyetlere intikal etmiştir.Sümerlerden sonra dünya ilim karanlığına girmiştir Peygamber Efendimizle (s.a.v.) gelen kuran ve İslam bu saklı ilimleri teşvik etmiş bu günün ilminin temelleri islamla atılmıştır.

- Süleyman (a.s.) sebe melikesinin tahtını binlerce kilometreden ışınlayabilen yardımcılara sahipti. Hz. İsa (a.s.) ölüleri diriltme gücüne sahipti.
- Peygamber Efendimiz (s.a.v.) miracı ile kainatın sonsuzluğunda seyahat ederdi.
- İşte Hz Nuh (a.s.) da Genlere, DNAlara hükmedebilen ve madenleri eriterek çeşitli alaşımları elde edip ışık hızıyla gidebilen ve gemileri çekim gücü enerjileriyle çalıştıran ilimlere sahipti.
-Hz. Nuh Aleyhiselama verilen verilen tüm yeteneklerin sırrı, Hud suresinin 41. ayetinde geçen FİHİBİSMİLLAHİ kelimesinde saklıdır.
“ (Nuh)  dedi ki: «Gemiye binin! Onun yüzüp gitmesi de, durması da Allah'ın adıyladır. Şüphesiz ki Rabbim çok bağışlayan, pek esirgeyendir.”Hud-41  (TDV meali)

Yukarıdaki meal pek yakın mana vermiyor. Hud-41. ayete şöyle bakabiliriz:

“Ve kalerkebu fıha bismillahi mecraha ve mürsaha inne rabbi leğafuru rahıym” Hud-41

“fıha bismillahi” = Bismillah kelimesinin varlığında olan ilahi gücün anlatımıdır.Tüm yaradılış ve kainatın kuruluşu Bismillah ile başlamıştır. Allahu teala sayısız isminin kudretini Bismillah ismine tecellisidir
“mecraha” = Bir varlığın kaynadığı çıktığı yer, suyun kaynağı mücerred kaynak, çok ince hat,  yani canlıların ürediği en küçük kaynak yapı GEN anlamınada gelir.
“mürsaha” = Bu kelimenin kökü, İrsa kelimesidir. İrsa, ince uçlu yani iğne gibi bir şeyle itelemek, yerleştirmek anlamındadır. İrsal kelimesi de bu kökten gelir, göndermek anlamındadır.

 

GEMİ NEREDE

Kur’an-ı Kerim’de, Nuh’un gemisi hakkında “Şânım hakkı için biz o gemiyi bir âyet (alâmet, ibret) olarak bıraktık”(Kamer/15) yazar. Katade’den “Hz. Nuh’un gemisinin enkazı Cûdî dağında kaldı, hatta bu ümmetin ilkleri onu gördü” diye rivayet edilmiştir. Sonra gemi Cudi’ye yöneldi ve orada durdu. Hz. Nuh kargayı yer yüzünden haber getirmesi için gönderdi. O da pisliğe battı. Güvercini gönderdi. O, zeytin yaprağı getirdi. Ayaklarını toprağa batırınca Hz. Nuh suyun çekildiğini anladı. Cudi dağının aşağısına indi. Orada bir köy inşaettii. Onu ‚Semânin‛ olarak isimlendirdi. geminin Cudi’de olduğunu gösteren verilerden bazıları ise şöyle: Cudi Dağı, Mezopotamya’nın en yüksek dağlarından biridir. Tufanın önemli safhalarının anlatıldığı Kur’an-ı Kerim’de Hz. Nuh’un gemisinin Cudi’ye ineceği tufan devam ederken belirlenir. Çünkü Hz. Nuh tufan sırasında gemide bulunurken “Rabbim beni bereketli bir yere indir” (Müminun Suresi, 23/29) sözleriyle Allah’a duada bulunur. Sonunda Hz. Nuh’un duasına karşılık olarak “Selam ile nice bereketlere kavuşmak üzere yanındakilerle beraber gemiden in” (Hud Suresi, 11/48) vahyi Allah tarafından indirilir. Bundan böyle bu dağ, cömertlik anlamına gelen ‘Cudi’ adını alır.”Cudi Dağı’nda 2 bin metrenin üzerinde olan 4 doruk vardır. 2017 metre yüksekliğindeki bir doruğun üzerinde “Nuh peygamber ziyaret tepesi” yer alır. Ziyaret tepesinin ortasında etrafı taşlarla çevrili bir alan ise “Sefine” yani gemi ismiyle bilinir. Gemiden inen Nuh ve beraberindekiler Cudi Dağı’nın eteğinde “Semanin” yani Seksenler köyü adında bir köy kurmuş ve yanındakilerle birlikte buraya yerleşmiştir.

Şırnak isminin esas hali olan Şera Nuh, zamanla Şehri Nuh ve Şırnex ve son olarak da Şırnak haline gelmiştir. Şera Nuh kelimesi Süryanicede “Nuh istirahat etti, iskan etti” cümlesinin isimleşmiş halidir. Cizre’nin kuruluşu da Hz. Nuh tufanından sonraya denk gelmektedir. İlçede Yafes Mahallesi vardır. Yafes tufandan sonra insanlığın soyundan geldiği Hz. Nuh’un üç oğlundan biridir. Cizre’de vefat eden Hz. Nuh’tan sonra onun çocukları ve tufandan kurtulan diğerleri hayatlarına Mezopotamya bölgesinde devam etmişlerdir. İşte bu sebeple Cizre’ye en yakın yerleşim yerlerinden biri konumunda olan Bazebday’ın kuruluşu Hz. Nuh’a ve çocuklarına dayanır, günümüzde ise buranın ismi İdil olarak değiştirilmiştir. Tarihi kayıtlara göre Hz. Nuh, Bazebday’ın güzel iklimi ve tatlı sularını beğenmesinden dolayı tufan sonrası yaşamının bir kısmını burada sürdürmüştür. Bazebday şehri tufandan kurtulanlarla yakın bir ilişki içinde olmasından dolayı şehrin güneyinde eski bir yapı olan “Kasru’l-Kuvel” adında bir kasır vardır. Ayrıca kuvel ismi şehrin mahallelerinden birine verilmiş ve “Kuvel Mahallesi” geçen yüzyıla kadar kullanılagelmiştir. Bu isimlerde dikkatleri çeken “kuvel” ismi Süryanice bir kelime olup gemi anlamına gelmektedir.

 

Tevrat Nuh’un gemisinin Ararat Dağları’na konduğu anlatılır. Ararat, Urartu’dan gelir. Asurlular Doğu Anadolu’da yaşayan ve kendilerine Halti diyen komşularına Urartu adını verirdi. Aras Nehrinin suladığı yerler demektir. Ermenilerin bu dağa verdiği isim Masis’tir. Dünyanın Anası demektir. Tevrat’taki Ararat’ın Masis olduğunu ilk söyleyen Şamlı Aziz Nikola’dır. İranlıların Koh-i Nuh, Avrupalıların ise Ararat dedikleri Ağrı Dağı, en son 10 bin yıl önce patladığı düşünülen sönmüş bir volkan. 5137 m yüksekliğindeki Ağrı’nın 4200 metreden sonrası buzullarla kaplı. Dağın güneydoğusunda 3896 metrelik zirvesiyle Küçük Ağrı yer alır. İki dağın kapladığı toplam alan ise 1200 Km kare civarında.

Tufanda her türden bir çift canlıyı alarak gemiye binen Nuh peygamberin gemisinin Ağrı Dağı’nda karaya oturduğuna inanılıyor. Ağrı Dağ’nın içine derinlemesine inen bir vâdide Arguri köyü; bunun yukarısında 1800 râkımda Aziz Yakobus Manastırı bulunurdu. Rivayete göre, manastır, Hazreti Nuh’un tufandan sonra ilk mabedi inşa ettiği yerdeydi ve burada geminin kalıntılarından yapılmış büyük bir haç vardı. Köy ve manastır 1846 da depremle yıkıldı. Köyün hemen yukarısında eğik ve bodur bir söğüt ağacının, geminin orada kök salmış bir parçasından yetiştiğine ve manastırın yanında ölgün kökleri duran bağ asmasını Hazreti Nuh’un diktiğine inanılır. Dağın kuzeyinde Yerevan (Erivan) şehri vardır ve “ilk görülen” anlamına gelir. Nahçivan, tufandan sonra ilk kurulan şehirdir. Adı da Nuh’tan gelir. 1829’dan itibaren Avrupalı seyyah ve bilim adamları defalarca Ağrı Dağı’na tırmanıp Nuh’un gemisini aradılar. Tabiki tüm bunlara ve yapılan aramalara rağmen ne yazık ki yinede bir sonuç alınamamış gemi bulunamamıştır.

Kur'an’ın Hûd Sûresi'nde, “Gemi de Cûdi dağı üzerinde durdu” denilmektedir. Dolayısıyla, Islâm tradisyonunda, Nuh'un Gemisinin durduğu yer olarak bilinen dağ, Cûdi Dağıdır. Ancak, El-Cûdi’ye değinen tek kaynak, Kur'an değildir. I.Ö. 250 yıllarında, Babilli bir rahip olan Berossus, Babilli Majlar'ın kayıtlarına dayanarak, Grekçe bir Babil Tarihi yazmıştı. Babyloniaca denilen bu eser, ne yazık ki kaybolmuş, ancak Berossus’tan sonra yaşamış olan bazı Grek yazarlarca aktarılmış olan belirli parçaları günümüze kadar gelebilmiştir Abydenus'un aktardığı şekliyle Berossus'tan Parçalar’a göre, Tanrı Cronus, Sisilhrus’a, yani Babilli Nuh’a Tufan’ı Önceden haber vermiş “ve ona, elinde bulunan tüm yazıları Sippara’daki Güneş Kentinde depolamasını emretmişti. Sisithrus, bu emirleri yerine getirdikten sonra, derhal Doğu Anadolu'ya yelken açtı, ve hemen Tanrı’nın îlhâmı’na mazharoldu... Hâlen Doğu Anadolu’da bulunan gemiye gelince, yöre halkı arasında, geminin tahtasından bilezikler ve tılsımlar yapma âdeti yaygındır. ”Alexander Polyhistor'un aktardığı şekliyle Berossus’tan Parçalarda, aynı konu daha ayrıntılı bir şekilde işlenerek, şu enformasyon verilmektedir: “Böylece, gemide bir delik açmış ve dışarıya baktığında geminin bir dağın yanına sürüklendiğini görmüş olduğundan, yanında hanımı, kızı ve kaptanla birlikte, derhal gemiyi terk etti... O zaman bulundukları yer, Doğu Anadolu’ydu... Gemi böylece Doğu Anadolu’da karaya oturduğundan, bir kısmı hâlâ daha Doğu Anadolu’daki Corcyraean (ya da Cordyean dağları Corduarum montibus) dağlarında durmaktadır; ve halk, geminin dışını kaplayan katranı kazıyarak, bir muska ve tılsım şeklinde kullanır" Corcyraean yahut Corcîyean dağları acaba nerededir? TıVebster Yeni Coğrafya Sözlüğü’ne göre, Gordyene ya da Corduene, “Doğu Anadolu'nun, Van Gölü'nün güneyinde kalan kısmındaki dağlık bölgesiydi yerel halk, Gorâyaeanlardır..”Dahası, Targumlar'da, yani Eski Ahit'in Aramî dilinde yazılmış olan versiyonunda, muhtemel Berossus’un kayıtlanna dayanılarak, Geminin konduğu yer olarak aynı Cordyean bölgesine değinilmektedir. İşte, Kur'an'daki El-Cûdi ile Berossus'taki ve Aramî dilinde yazılmış olan Tekvin'dcki Cordyean arasındaki ilişki, Türkiye haritasına bakıldığı zaman açığa çıkmaktadır: Van Gölü’nün güneyinde uzanan dağlık bölgede,yani Gordyene'de, Cûdi denilen ve 2080 metre yüksekliğe ulaşan bir dağ vardır. Müteveffa Alexander HeideI, bu konuyu kısa ve öz bir şekilde şöyle özetliyordu: “Berossus, Gordyaeanlar'ın dağlarını, Xisuthros'un gemisinin konduğu yer olarak belirtir. Suriyeve Arap kökenli tradisyonların da konuş yeri olarak belirlediği Cebel Cûdi'ye, Cûdi Dağına tekabül eden bu dağlar, Doğu Anadolu'nun güneybatı kısmındadırlar. Bir vakitler Gordyene olan bölgede yaşayan halk arasında, Hz. Nuh ve Gemisi hakkında birçok efsane ve öykü dolaşmaktadır. Geminin, zaman zaman, Cûdi üzerindeki bir çamur tabakasının altında, bir hayalet gemi şeklinde ortaya çıktığı söylenir. Cûdi'nin tepesinde yer alan Seksenler Köyünün, Ge­minin yolcuları ile onların çocuklarının yerleştikleri ilk yer olduğuna inanılır. Cûdi Dağı, Ağrı kadar etraflı bir şekilde araştırılmış de­ğildir. Ancak, Cûdi Dağında yürütülmüş olan ender Gemi araştırmalarından biri sırasında, Geminin keşfedildiğinin ileri sürüldüğünü görüyoruz. Bu keşif de, Ağrı'daki diğerleri gibi, kesin bir sonuca bağlanamamıştır.

Şimdi, kısaca, Geminin konuş yeriyle ilgili farklı görüşlere değinelim. Tekvin'de (8/4), sadece Geminin Ararat dağlarında karaya oturduğu belirtilir. Ararat adı İ.Ö. 1 nci Binyılda ürartu Krallığının tesis edildiği bölgeyi belirleyen ve Asurlular’ın kullandığı Urartu kelimesinin İbranice'deki karşılığıdır. Ve bu bölge, az çok. Doğu Anadolu adıyla bildiğimiz o geniş araziye tekabül etmektedir. Dolayısıyla Eski Ahit’in, as­lında, bu geniş dağlık bölgenin herhangi bir dağına vada dağ sırasına değil de, genel bir bölgeye değindiğini kabuletmek zorundayız. Bütün bunlar açık bir şekilde göstermektedir ki, Eski Ahit yorumlanırken, şöyle bir muhakeme yürütülmüştür: Gemi, Doğu Anadolu'daki en yüksek dağın tepesine konmuş olmalıdır...Söz konusu bölgenin en yüce en ünlü dağı hangisiydi? Massis Dağı, yani Ağrı Dağı demek ki, Gemi, Ağn Dağına konmuş olmalıdır! İşte bu yanlış değerlendirmeden dolayıdır ki, Massis ya da Ağn Dağına Ararat adı verilmiştir. Neticede, l l nci ve 12'nci Yüzyılların Ermeni edebiyatında, Geminin Ararat Dağına, yani Massis Dağına konduğuna dair yazılar çıkmaya başlamıştır. Ve Geminin, sözde Ararat olan Ağrı Dağında bulunduğuna ilişkin inanç o zamandan beri yayılmış, ve söz konusu keşif heyetlerinin Ağrı'ya cezb olmasıına sebep olmuştur.Berossus da Doğu Anadolu bölgesinden söz eder ama, Eski Ahit'in aksine, bir yerde, Cordyean dağlarından bahsetmek suretiyle, Geminin konduğu dağların asıl adını belirlemiş olmaktadır. Ve Kur'an'm ilgili âyeti de, Cordyean bölgesindeGeminin bulunduğu dağın kendisine ışık tutmakta, ve bunun,Cûdi Dağı olduğunu belirtmektedir. Dahası, Gılgamış Destanı'nda Gemi'nin konuş yeri olarak belirtilen Nisir Dağı da,Asurlular'dan kalma bazı tarih kayıtlarında değinildiği üzre,Nisir adının belirlemiş olabileceği arazinin tüm kapsamı gözönüne alındığında, Corduene'deki bir dağa atfedilebilir.Aslında, Tufan Öyküsünün Müslüman ve İbrâni versiyonlarında verilen belirli bir enformasyon, Ağrı-Cûdi ihtilâfına ışık tutabilir ve sonucu, Cûdi'nin lehine değiştirebilir (1J). Buson derece önemli kanıt, Hz. Nuh'un saldığı güvercinin, gagasında bir zeytin dalı ya da yaprağı getirmesidir. Türkiye'nin ekonomi haritasına baktığımızda, Cûdi Dağının, Türkiye'ninzeytin yetişen bir bölgesinin yakınında yer aldığını, buna rağmen, Ağrı'nın, böyle bir bölgeden oldukça uzak kaldığım göreceğiz. Doğu Anadolu'nun güneybatı kısmında, yazların sıcak ve kurak, kışların da ılık ve yağışlı geçtiği Akdeniz iklimi hâkimdir.


iBu özellikleri, Akdeniz İklimini, zeytin yetiştirmek çin elverişli kılmaktadır. Dolayısıyla, Cûdi Dağının batısına düşen arazinin zeytinliklerle kaplı olduğunu görmekteyiz.Islâm tradisyonunda, Kısas- Enbiya denilen Peygamberler Tarihi, Geminin konduğu yer olarak Cûdi Dağından bahseder, ve Hz. Nuh ile Gemide kendisiyle birlikle olan mümi­lerin Cûdi Dağına nasıl yerleştiklerini anlatır: «Gemi, kuzeye-doğru yol almış ve Cûdi Dağı civarına gelmişti ama, henüz sular çekilmediği için dağın hiçbir tarafı görünmüyordu. Fakat.Hz. Nuh, artık kurtulduklarını Vahiy yoluyla öğrenmişti...Hz. Nuh, Cûdi Dağının çevresinde on günü aşkın bir süre boyunca dolaştı.. Gözleriyle ufukları tarıyordu ama, ufacık bir kara parçası dahî göremiyordu. Bir şeyler yapması gerekiyor­du.. Suların üzerinde yükselecek olan ilk kara parçasını bul­malıydı. Açlık başlamadan, toprağa ayak basmalıydı.. ”Hz. Nuh, ilk önce bir kuzgunu (kargayı), daha sonra bir güvercini, ve yedi gün sonra gene aynı güvercini saldı. Saldı­ğı kuşun, suların üzerinde yükselen ilk kara parçasına ulaşa­cağını ve dönüp kendisine haber getireceğini düşünüyor ve ümit ediyordu. Ve böylece, ikinci kez serbest bıraktığı güver­cin, gagasında bir zeytin dalı ile birlikte döndü: “Zeytin da­lını her kim gördüyse, sevindi. Gemi, o yönde yol aldı. En sonunda, Tufan’ın başlangıcından tam altı ay sonra, tüm hey­betiyle bir dağ göründü. Bu dağ, Âlem ler’in Rabbi Allah’ınVahiy yoluyla Hz. Nuh'a haber verdiği Cûdi Dağıydı..»Hz. Nuh, Geminin ambarında ne kalmışsa, hepsinin ka­rıştırılıp pişirilmesini istedi, ve böylece, Cûdi Dağına ayak bas­madan önce Gemideki son yemekleri olan aşûreyi yediler:«Gemi, Cûdi Dağının uygun bir yamacına yanaştı. Sular der­hal alçaldı ve Gemi karaya oturdu. Hz. Nuh, Gemiden indi. Müminlerin inmesine de yardım etti. Hepsi birlikte Allah’a ibadet ettiler ve şükranlarını sundular” Hz. Nuh, bundan sonra, Gemideki hayvanları ikişer ikişer çıkarıp, serbest bıraktı. Cûdi Dağında geçirecekleri bu ilk gecede kendilerini âciz hisseden müminlere moral verdi. Ertesi gün, müminlerden bazıları, aşağılara göçmeyi Önerdiler. Hz.Nuh, böyle bir fikri uygun görmemişti. O, daha ziyade, Cûdi dağında kalmayı tercih ediyor ve yeni uygarlığı, Allah’ın onları selâmete ulaştırdığı bu dağın üzerinde inşa etmeye başla­mak istiyordu; çoğalmaları halinde, daha sonra duruma göre tedbir alacaklardı. O gün, Hz. Nuh tarafından uygun bir yer seçildi, ve seksen mümin, derhal çalışmaya koyuldu: “ Hz Nuh, seçmiş olduğu noktada bir köy inşa etmeye başladı. Her­kes için bir ev yapıyordu. Bahçeler düzenliyor ve fidanlar dikiyordu. Köy, iki yılda tam Hz. Nuh'un düşünmüş olduğu şek­li aldı. Artık bu köye bir isim vermek gerekiyordu. Bunu da Hz. Nuh buldu: Madem ki, dünyayı tekrar beşerle dolduracak olan seksen kişiydiler, o halde köyün ismi Seksenler olmalıy­dı! Köye, Seksenler anlamına gelen Semanin adı verildi. Üç mahalle kurulmuş ve Hz. Nuh'un oğulları olan Yafes, Hamve Sam arasında paylaşılmıştı. Hz. Nuh, Cûdi Dağı yöresinde elli yıl kaldı. Nüfus arttıkça, dağın eteklerine doğru başka köyler de kuruldu. Hz. Nuh, halkını Cûdi Dağının tepelerinde dolaştırır ve, Ey oğullarım, ne dersiniz? Tufan acaba yalnız bu bölgede mi  meydana geldi, yoksa tüm yeryüzünde mi? di­ye sorardı. Dinleyenler, düşünmeden, bunun yerel bir afet ol­duğunu söyleyince, Hz. Nuh da tüm dünyanın Tufan dan pa­yını aldığını onlara açıklamaya çalışırdı.

 

KİMLER GELDİ , KİMLER GEÇTİ BU YOLDAN

Geminin yeriyle ilgili son yıllarda bilim ve teknolojinin desteğiyle yapılan araştırmalara rağmen kesin bir sonuca ulaşılamamıştır. Resmi kayıtlara göre, Nuh’un Gemisi’ni aramak üzere

1670-Geminin Ağrı Dağı üzerinde keşfedildiğinden bahseden ilk kişi, Hollandalı gezgin Jan Struys olmuştur. Struys'un 1684'te yayımladığı bir kitapta, Nuh’un Gemisini Ağrı'nın tepesinde gösteren bir resim yer alıyordu. Struys’un, Geminin Ağrı Dağında bulunduğuna dair ikinci elden edindiği bilginin kaynağı, 1670’de yaptığı gezi sırasında Ağ­rı’nın eteklerindeki bir inziva yerinde karşılaştığı bir Hıristiyan keşişti. Keşiş, kendisinin Gemiye girdiğini ileri sürmüş ve Struvs’a, sözde Geminin tahtalarından kopardığı bir ahşap parçasından oyulmuş ufak bir haç vermişti.

1829- Ağrı Dağı’nın zirvesine ulaşan ilk araştırmacı Alman bilim adamı Frederic Parrot oldu. Parrot, Nuh’un Gemisi’nin Ağrı Dağı’nda bulunduğunu iddia ederek biri Rus, 6’sı Alman 7 arkadaşı ile zirveye ulaştıktan sonra dönüşte, gemiyi bulamadığını ama izlerine rastladığını söylemişti.

1845-Alman Jeo Abich ve İngiliz Seymour, 1850'de Rus coğrafyacı Khanikoff ve İngiliz Stuart Gemi'yi bulmak için Ağrı'ya çıkarlar.

1876-İngiliz devlet adamı Lord Bryce, Ağrı'nın yaklaşık 4000 metre yukarısında bir tahta parçası bul­du. Bryce, bu keşfinden bahsederken, bunun, Gemiye ait bir kalıntı olabileceğini söylüyordu: «Aynı sırt boyunca sürekli tırmanıyordum ki, 4000 metreyi bulan bir yükseklikte, dağınık kaya parçaları üzerinde, yaklaşık 1,20 m. uzunluğunda ve13 cm. kalınlığında bir tahta parçası gördüm. Bir âletle kesil­diği belliydi. Ağaçların bittiği sınırın o kadar yukarısında yer alıyordu ki, doğal bir ağaç parçası olması da mümkün değil­di.. Geminin inşasında kullanılmış olan gofer ağacından olup olmadığını bilem em , ama incelemeleri için meraklılara teslim etmeye hazırım. Dolayısıyla, bu tahta parçası, Hz. Nuh’un Ge­m isi olayının gerektirdiği tüm şartlara uymaktadır” Lord Bryce'ın da belirttiği gibi, Eski Ahit'in Tekvin (6/14)bölümünde açıklandığı üzere, Geminin gofer ağacından yapıl­dığına inanılmaktadır. Gofer ağacı, reçineli bir ağaçtı; ya se­dir ağacı ya da Selvi ağacıydı. Daha ziyade, çürümeye ve kurt­lar tarafından yenmeye pek yatkın olmadığı için eskiden ge­mi yapımında yaygın bir şekilde kullanılan Selvi ağacı olduğu sanılmaktadır.

1883-Türk yetkilileri, Geminin Ağrı Dağı üzerinde keşfedildiğini açıkladılar! Amerika'da yayımlanan,10 Ağustos 1883 tarihli Chicago Tribüne gazetesi, Türkler'in bu keşfinden şu şekilde bahsediyordu: “İstanbul’da çıkan bir gazete, H z. Nuh’un Gemisinin keşfedildiğini ilân ediyor. An­laşıldığına göre, Ağrı Dağı üzerindeki heyelân durumunu araştırmak üzere görevlendirilmiş olan bazı Türk hükümet me­murları, aniden, ucu bir buzuldan dışarıya doğru çıkmış, son derece koyu renkte bir tahtadan yapılma devasa bir yapıya rastlamışlardır. Bölgede yaşayanlar arasında bir soruşturma yapan görevliler, yerel halkın bu yapıyı altı yıldan beri gördüklerini, fakat üst pencerelerden dışarıya bakan korkunç yüzlü bir hayaletten bahsedilmesi üzerine yapıya yaklaşma­ya korktuklarım öğrenmişlerdir. Bu tür söylentilerden korkmayan görevliler, yapıya ulaşmaya karar vermişlerdir. Yapının, Ağrı Dağındaki dar vadilerden birinde sıkışıp kalmış ol­masından ötürü, bulunduğu yere erişmek çok zor olmuş ve bunu güçlükle başarmışlardır.. Görevliler, kahverengi renkte­ki yapının kenarında bir delik açarak içeriye girdiklerinde, donanma yönetmeliğinde atların taşınmasıyla ilgili olarak yer alan maddelere uygun olan, yaklaşık 4,50 m. Yüksekliğinde bölmelere ayrıldığım görmüşlerdir. Diğerleri buzla kaplandı­ğından, bu bölmelerden sadece üçüne girebilmişlerdir. Gemi­nin buzul içerisinde ne kadar uzandığını tespit edem em işlerdir. Ancak, ortaya çıkarılması halinde, eğer [Tekvin 6/15’debelirtildiği üzere 300 kübit uzunluğunda olduğu ortaya çıkarsa. Nuh'un Gemisinin mevcudiyetine inanmayanlar zor durumda kalacaklardır.”

1887-19'ncu Yüzyılın sonlarında, Gemi bir kez daha görüldü. Nastûri Kilisesinin Başdiyakozu John Joseph Nouri ve mürit­leri 1887’de Ağrı Dağına tırmandılar ve ’kayalara saplanıp kalmış olan ve yarısı kar ve buzla kaplı bulunan Gemiye' rast­ladıklarını iddia ettiler. Nouri, Gemiyi ortaya çıkarması için gerekli olan parayı bulamadı ve genç yaşta ölürken, sırrında kendisiyle birlikte götürdü. Ne Ağrı Dağındaki kayalık bir sırtta bulunan tahta parçası, ne Türk yetkililerinin resmî açık­laması, ne de Başdiyakoz Nouri'nin iddiaları, muhtemel me­raklılara ilhâm vermemişti. Nuh’un Gemisini arama çağı 20’nci Yüzyıl olacaktı.

1888-1889-1890-1892-1893 Tarihlerinde ise de çeşitli gruplar Ağrı'ya çıkarlar ama elleri boş olarak dönerler

1916-Rus havacısı Vladmir Roskovski, Gemiyi Ağrı'nın üst yamaçlarında keşfettiğini rapor ediyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında Ağrı Dağının üzerinde uçarken, Roskovski ve yardımcı pilotu, bir gölün kıyılarında karaya oturmuş olan devasa bir geminin belirgin bir şekilde ortaya çıkmış olan dış hatlarını görmüşlerdi. Roskovski’nin bu gözleme ilişkin rapo­ru Çar'a ulaştığında, Çar, derhal, Ağrı Dağında yatan bu iri objeyi araması için bir askerî keşif heyetinin oluşturulmasını emretti. Rivayete göre, Rus keşif heyeti söz konusu gemiyi bul­muş ve Nuh'un Gemisi olarak teşhis etmişlerdi. Gemi üzerin­de ayrıntılı bir inceleme yaptıktan sonra, Çar'a, ölçülendirilmiş çizimler ve hatta bir dizi fotoğrafla birlikte komple bir rapor göndermişlerdi. Bütün bu kanıtların, Rus İhtilâli sıra­sında ortadan kaybolduğu söylenmektedir. Birkaç yıl sonra Kurtuluş Savaşı (1919- 1923) başladı ve Ağrı Dağının bulunduğu bölge, dolaşmak için pek uygun olmayan, son derece hassas bir yer haline geldi.

1936-Ağrı Dağında ilk ilginç keşfi yapan kişi, Yeni Zelandalı bir dağcı olan H. Knight ol­muştur. John W. Montgomery, 'Nuh'un Gemis’nin Araştırıl­ması’ adlı kitabında, Knight'ın 1936 yılında Ağrı'nın kuzey ya­maçlarında, masif, dikdörtgen kalas parçaları gördüğünden bahseder. Knight, bu kadar iri kalas parçalarının ancak devasa bir objeden çıkabileceğini ve bu yapının da, muhtemelen, kalasın daha yukarılarında bir yerde, ya buzların içinde ya da altında bulunabileceğini’ düşünmüştür.

1948-Ge­miyi bulmak amacıyla örgütlenen ilk sivil heyet olan Ameri­kalı bir grup, Ağrı'ya tırmandı. Aynı yıl, Reşit adlı bir köylü. Gemiyi Ağrı’nın karları arasında gördüğünü ileri sürdü. Aynı köyün sözüne güvenilir kişilerinden olan Şükrü Arsena da Reşit'in iddialarını onayladı. Bunun üzerine, Amerikan kesif he­yetini, aralarında, Jean de Ringuer'in başkanlığını yaptığı bir Fransız keşif ekibinin de bulunduğu daha başka gruplar iz­ledi. Ne var ki, hiçbiri başarılı olamamıştı. Batı tradisyonuna göre Nuh’un Gemisinin konduğu nok­ta olmasından ötürü Ağrı Dağına ilgi duyanlar sadece gezgin­ler ve kâşiflerden ibaret değildi. Haıls Roozen gibi hayalpe­rest kişiler de bu eşsiz gizemden paylarını alıyorlardı. 1948 'de çeşitli keşif heyetleri dağın yamaçlarında dolaşırken, o tarih­te on altı yaşında bir delikanlı olan Hollandalı Roozen, rüya­sında, Gemiyi Ağrı'nın tepesine konmuş bir durumda gördü. Hatta, Geminin bulunduğu yüksekliğin, tam olarak 4100 m. olduğunu da iddia ediyordu. Bu rüyanın harekete geçirdiği Roozen, tam on yıl süreyle bir keşif heyeti toplamak için uğ­raşmasına rağmen, bunu başaramadı. Roozen, Özellikle, 'Nuh’­un zamanından kalma âletler ya da kup-kacak gibi değerli bazı eşyalar keşfetmeyi’ umuyordu.

1949-1950-Kuzey Carolinalı emekli bir misyoner olan Dr. Aaron Smith, bir keşif heyetinin başına geçerek, Gemi peşinde iki başarısız gezi düzenledi. Gazeteler, Gemiyi bulmaya yönelik keşif gezilerine katılmak amacıyla ka­riyerlerini ve iş hayatlarını riske sokan meraklıları eleştirmeye başlamıştı. Basının hedef aldığı bu meraklılardan biri de ünlü İngiliz coğrafyacısı Dr. Egerton Sykes’tı. Dr. Sykes,

1954-Dr. Sykes, Dr. Smith’in bir diğer başarısız girişimi olacak olan bir Ağrı gezisine katılmıştı.1950’lerde Gemi için yapılan araştırmalarda adı çok du­yulan kişilerden biri de Kırım kökeni i, becerikli ve tecrübeli bir Amerikan dağcısı olan John Libi'ydi. Birincisi 1954'te ve sonuncusu da 1969'da olmak üzere yedi kez Ağrı'ya tırmanan Libi, zirveye ikinci çıkışı sırasında hayatını kaybetme tehli­kesiyle de karşı karşıya kalmıştı. Libi de, Roozen gibi, Gemi­nin bulunduğu yeri gördüğü bir rüyasına dayanarak, Geminin Ağrı Dağında bulunacağına dair samimî bir inanç taşıyordu. Bu inancını destekleyecek herhangi bir şeye r as dayamadan,73 yaşında köşesine çekildi.

1950-1955-Fernand Navarra adındaki bir Fransız sana­yicisi de Doğu Anadolu’ya üç kez gelmiş, Ağrı’ya tırmanmış ve diğer araştırmacıların aksine, rüyalarını gerçekleştirmişti: Navarra, kendisı de birlikte diğer bazı kişilerin de Gemiye ait olduğuna inandıkları birtakım ahşap kalıntılar keşfetmiş ve bunlardan bir Örnek alarak, dönüşünde beraberinde getirmeyi başarmıştı. Bu örnek, yani tahta parçası, daha sonra ciddî bilimsel deneylere tâbi tutuldu. Navarra, Ağrı’ya ilk kez 1952’de, daha sonra 1953’te tır­manmış, ve en nihayet, 1955’teki girişimi sırasında, amansız çabasının ödülünü elde etmeyi başarmıştı. Navarra’nın keşif gezilerini anlattığı kitabından  öğrendiğimize göre, ilk tır­manışı sırasında, dik bir uçurumun dibinde uzanan engin bir buzula rastlamıştı. Sonra, birden, buzların içinde, net bir şekilde bir gemi gövdesinin şeklini taşıyan ve muhtemelen, karaya oturmuş bir geminin parçalarından oluşan koyu bir kütle gözüne çarpmıştı: «Bu kalıntıların gemiden arta kalan parçalar olması gerektiğini düşündüm. Belki de bu, üst yapısı çevreye dağılmış olan Geminin yassı tabanıydı.. ”Uçurumun dibine ulaşması için gerekli olan teçhizattan yoksun olan Navarra, bu yeri zihnine nakşederek, Ağrı’dan indi. Ertesi yıl geri geldiğinde, amacı, Geminin kalıntıları olduğuna inandığı koyu kütleden bir örnek almaktı. Fakat, elverişsiz hava şartlarından ötürü, araştırmasını yarıda kesmek zorunda kaldı. 1955'te, Navarra ile oğlu, birlikte tırmanmaya başladılar, ve bu kez, Navarra'nın önceden keşfetmiş olduğu yere erişmeyi başardılar. Navarra, uçurumun dibine inmek için uygun bir yol arıyordu ki, oğlu derin bir yarığa işaret et­ti. Navarra, buzulda açılmış olan bu yarığın içine indi ve bu­za gömülmüş bir halde duran kalıntıları, yani gerçek ahşap parçalarını buldu. Buzu kazarak, yaklaşık 1,5 m. uzunluğun­da bir parçayı çekip çıkardı.

Bunun, Nuh’un Gemisine ait ha­kikî bir kalıntı olduğu inancında samimiydi. Daha sonradan yapılan analizler, koyu renkli bu tahta parçasının kesici bir âletle yontulup, dört köşeli hâle getirildiğini ve katranlandı­ğını gösterecekti. Bilim adamları, bu tahtanın bir çınar ağa­cından geldiği konusunda uzlaşıyorlardı. Idaho (Amerika), Caldweirdeki Bible Sciences Association, Inc. adlı kuruluşun çıkardığı The Bible Science Newsletter dergisinin 15 Nisan 1970 tarihli sayısında, söz konusu ahşap parçası üzerinde yürütülegelen tarihlendirme çalışma­larının sonuçları hakkında şöyle söyleniyordu: «Bu tahtadan alınan parçalar, Paris'te ve Ispanya'da tarihlendirilmiş ve 4000 ilâ 5000 yaşlarında oldukları tespit edilmiştir. 1963 yılında, bazı İngiliz bilim adamları bu tahtanın en son, 90 yıllık bir tolerans dahilinde 1. S. 650 yıllarında canlı olduğu sonu­cuna vardılar. Tabiî, bu, tahtanın, Geminin bir parçası olma­sı ihtimalini ortadan kaldıran çok yakın bir tarihtir. Burada, radyoaktif tarihlendirme metotlarının  güvenilmez oluşunun bir Örneğini görüyoruz.

1952-Amerikalı petrol mühendisi George J. Grccne de, rivayete gö­re, bir yarın kenarındaki bir buzuldan dışarıya çıkan bir gemi pruvasını andıran bir objeyi net bir şekilde gösteren bir dizi fotoğraf çekmişti. Denildiğine göre, bu resimleri, Ağrı'nın kuzey yamaçları üzerinde, 30 metreden daha az bir yükseklikte helikopterle bir petrol keşif uçuşu yaparken elde etmişti. Bunun üzerine, Greene, bir keşif gezisi için para bulmaya çalışmış, fakat tüm girişimleri sonuçsuz kalmıştı. Greene'nin 1962’de İngiliz Guyanası'nda öldürülmesinden sonra, söz konusu fotoğraflar kaybolmuş ve bir efsane hâline gelmiştir.

1959-Türk Hava Kuvvetleri'nde! Binbaşı S. Kürtiz'e , Ağrı'nın dik yamaçlarının bir dizi fotoğrafı çekme görevi verilmişti Bu resimler çekildikten sonra Savunma Bakanlığı'nın Haritacılık Dairesi'ne ulaştı. 11 Eylül 1959 tarihinde, Harita Genel Müdürlüğü'nden Yüzbaşı İlhan Durupınar , günlük fotogrametri çalışmaları sırasında bu fotoğrafları incelerken, birden, stereoplanigrafm mercekleri altında büyütülmüş ve üç boyutlu olarak, gördüğü şeklin son derece belirgin bir tarzda, bir gemi gövdesinin dış hatlarım taşıdığını şaşkınlıkla gördü.

stereoplanigraf ın çizdigi geminin bulunduğu konumuundaki pozisyonu

Üzerinde ölçümler yaptı ve gemiye benzeyen bu nesnenin tahmini uzunluğunun. Tekvin'de belirtilen 300 kübitlik, yani, ortalama 135 metrelik uzunluğa tekabül ettiğini tespit etti. Genişlik, yaklaşık 50 metreydi ve gölgesinden anlaşıldığına göre, 6.5 metre de derinliği vardı. Fotoğraflar, Amerika'daki Ohio Ünriversitesi'nin fotogrametri uzmam Prof. Arthur Brandenburger ' e gönderildiğinde, Profesör heyecan içinde, fotoğrafta görülen objenin devasa bir gemiden başka bir şey olamayacağını ilan etti!.. Dünyanın en ünlü fotogrametri ve topografi uzmanlarından ve bilim adamlarından olan olan Prof. Brandenburger'in bu açıklaması dünyada büyük yankı ve ilgi uyandırdı. Bu sansasyonel keşif, Gemi meraklılarının ilgisini bir kez daha alevlendirdi, ve esrarengiz objenin bulunduğu yeri araştırma izni alabilmek için birçok keşif ekibi Türk Hükümetine başvurdu. En nihayet, 1960 Yazı’nda, Prof. Branderburger ile New York Arkeolojik Araştırma Vakfı'ndan George Vandeman’ın başkanlığındaki bir Türk - Amerikan ortak bilim ekibi, Ağrı Dağına doğru yola çıktı. Yüzbaşı Durupınar da keşif gezisine katılanılar arasındaydı.

Yüzbaşı Durupınar konu hakkında şunları şöylemekteydi: "Pek tabiidir ki, Millattan Once 5000 senelik bir geçmişe sahip Nuh'un Gemisini, bugünde yelkenli, kürekli, direkli, bulacak değiliz! Binlerce yılın üzerinden geçtiği bu gemi artık bir taş yığındır Bu bir gemi bile olmasa, tabiatın verdiği nefis bir görüntüdür. Ben inancımı koruyorum Bu, bir gemi enkazıdır. Hem de yüzde doksan kesinlikle... Çünkü on yıldır bu işin içindeyim. Elimin ve bilhassa gözlerimin önünden binlerce böyle fotogrametrik haria geçti. Müsaadenizle ben, yanıldığımı pek sanmıyorum. "

Keşif heyeti, hedefe varır varmaz, gözleri önünde uzanan, gemi biçimindeki objeyi incelemeye koyuldular. Objenin, tam bir gemi gövdesi şeklin­de kıvrılan kenarları, görünüşe göre, toprağa gömülmüş olup, obje dahilindeki iç birikintilerden yüksekliği 6,5 m., dış birikintilerden yüksekliği ise, 4 m. kadardı. Alınan ölçüler, fotogrametri çalışmalarıyla ortaya konulan ölçüleri doğruluyordu. Ancak, arazinin volkanik mahiyette olduğuna ilişkin Önceki bir varsayımın yanlış olduğu anlaşılmıştı. Ekip üyeleri, objenin kenarları boyunca delikler açmış ve analiz için parçalar almışlardır. Ağrı'dan indiklerinde, objenin mahiyeti hakkında iki ayrı gruba ayrılmışlardı bile. Zamanın popüler dergisi Hayat' 22 Temmuz 1960 tarihli sayısında, şöyle deniyordu: “Vandeman grubu gemi şeklinin bir tabiat hadisesi olduğunu ileri sürüyordu. Brandenburger gru­bu ise ölçülerin Nuh’un Gemisine ait din kitaplarındaki ölçülere çok uyduğunu söyleyerek bit konuda daha kazılar yapılması tezini savunuyordu. Bölgeden alınan parçaların laboralar’da  tetkik ve tahlili, duruma ışık tutacaktır Sonunda Nuh'un Gemisi, şaşırtıcı bir gizem olma özelli­ğini sürdürdü. Çünkü, sürdürülen araştırmalar sonucunda, bu  ihtilaflı objenin doğal bir formasyondan ibaret olduğu ortaya çıkmıştı.

George Vanderman............................Prof. Branerburger................................... İlhan Durupınar

 

1968- dağcı Alp Turhan Selçuk, 146 kişiyle dağa çıkar ama eli boş döner ve ne hikmetse bir yıl sonra 1969'da yine Navarra gelir ve beş adet tahta bulur. Fransız'a göre, 900.000 m3 buzun altında Gemi vardır, 1958'de Ankara'da kaybolan Libi, 1969'da yine ortaya çıkar, fosiller bulur ama bir işe yaramaz tekrar geleceğini söyleyen Libi 1971'de ölür. 1972'de Alman araştırmacı Friedrich Bender bu kez Cudi Dağı'nda 6.000 yıllık katranlı tahtalar bulur. Cudi Şırnak'a sadece 17 km. uzaklıktadır ve bölge Tufan ve Nuh'la ilgili inanç ve söylencelerle doludur. Dağdaki "Seksenler Köyü"deki geçerli inanca göre, bu köy gemideki seksen kişinin kurduğu bir köydür, dağda ise kabartmalar ve Senherib kitabeleri vardır. Acaba günümüzdeki çatışma ortamında, acaba kalıntılar hala duruyorlar mı?

1973- Prof J. Montgomery yine Ağrı'ya sonuçsuz bir çıkış yapar. Ardından 1974'de Ağrı devlet tarafından yasak bölge ilan edilir, çıkışlar yasaklanır. Bir görüşe göre, Ağrı ve Nuh'un Gemisi olayının ardında nedense Ermeni sömürüsü vardır. Bu arada Moskova'da Pravda Gazetesi, ABD'nin Ağrı'ya casusluk için çıktığını yazar. Çıkışların arkasında CIA vardır, derken siyasi bir kriz ortaya çıkar, devlet yasağı daha sıkılaştırır.

1974- Amerikalı Astronot James Irvin ortaya çıkar ama o yıl izin alamadan memleketine geri döner, 1977'de yine gelir ama yine izin alamaz ancak beş yıl sonra başarılı olacaktır. Türkiye 12 Eylül'ü yaşamıştır ve bu kez Irvin, izni bizzat huzuruna çıktığı Devlet Başkanı Kenan Evren'den alır. Irvin 1982'de Hayat Dergisi için yapılan söyleşide şöyle diyordu; " Ben, Ay'a indim ve üzeyinde yürüdüm ve Ay toprağından örnekler getirdim ama hiçbirisi Ağn'da bulacağım bir parça kadar önemli gelmiyor. 26 Temmuz 1971'de Apollo 15'le iki arkadaşımla beraber Ay'a doğru yola çıkmıştık. Hazırlık ve kalkış şokunu atlattıktan sonra yörüngeye oturduk, heyecandan bitkin düşmüştük, arkadaşlarım uyuya kaldılar. Kendimi yitirmiş gibiydim, sanki kendimin dışında gibiydim, arkadaşlarım hala uyuyordu ve herşey yolundaydı. Birden kapsülün penceresinden çok parlak bir ışık gördüm. Böyle bir ışık hiç görmemiştim, pembe, mor, sarı, yeşil tüm renkler vardı içinde, 'İşte O' diye düşündüm. Sonra ışık kayarak uzaklaştı, birden kendimin boşlukta olduğunu farkettim, bedenimin dışındaydım ve süzülerek araca ve karşımda gördüğüm kendi bedenime döndüm...

Üç gün geçti ve Ay'a inişe geçtik, ilk inen bendim, çok heyecanlıydım, başım çatlarcasına ağrıyordu, Houston ile konuşmam gerekiyordu ama cihazımı çalıştıramadım. Çaresizlik ve acı içindeydim ama birden rahatladım. Başımın ağrısı durmuştu. Birden uzayda gördüğüm ışığı yine gördüm, daha parlak ve göz alıcıydı. Ve yine O'nu görüyordum. Bu Hz. İsa idi. Çok güzel ve güven vericiydi. Kafamda konuştuğunu hissediyordum ;'Neden mi seni seçtik? Tek sen değilsin, sen onlardan birisin. Dünyada senin gibi birbirini tanımayan başkaları da var. Dünyanın gözü senin üzerinde, tanınmamış birini seçseydik inandırıcı olamazdı.' dedi. Birden kayboldu ve Houston'un sesini o anda duydum." Irvin böyle diyordu ve inancına göre Nuh'un gemisini bulmak onun için görevdi.

Röpörtajı yapan muhabirin sonraki sorusu önemliydi; "Ay'a giden astronotların ruhsal yapılarında bozuklukların ortaya çıktığı, sizin de böyle olduğunuz söyleniyor?" sorusuna Irvin şöye cevapladı; "Yalan, ülkenize üç kez geldim, günlerce kaldım, konferanslar verdim, Devlet Başkanı'nınızla görüştüm, 29 Eylül'de ABD'de 150 milyon kişiye tv'de konuştum. Burası dünyanın en çok ilgi uyandıran yeri, neden yararlanmıyorsunuz? Yüzlerce kişi ve kuruluş milyonlarca dolar yatırmak için bekliyorlar. Bence Nuh'un Gemisi'nin bulunması çağın en önemli olayıdır."

Irvin, 11 kişilik bir grupla gelmişti, karısı sekreterliğini yapıyordu. Tam 14 kez Ağrı'ya çıkan Yüksek Uçuş Vakfı kurucularından Earl Cummings'de ekipteydi. 3.000 metre yüksekteki gölden sonra yola edildi. Ellerinde bir mektup vardı, bu mektup Vakfa gelen yüzlerce mektuptan biriydi, Aynen UFO'lar gibi birçok insan geminin yerini ve kendisini bildiriyorlardı. Mektuptaki tarife göre, kayaların birinde ayağında kılıç tutan bir kuş kabartması göreceklerdi ama bulamadılar. Devam ettiler ama 4000 metreye vardıklarında, gemi benzeri birşey bulamadılar. Morallari bozularak, kampa geri döndüler aralarında daha önce dağa çıkan Bob Staplich de vardı ve gemiyi gördüğüne inanıyordu ve tarif ettiği yer 1955'de suyun içinde gemiyi gördüğünü anlatan Navarra'nın tarif ettiği yerdi. Ama orası, dağın en biçimsiz ve tehlikeli tarafında bulunuyordu. Ekipte bulunan Türk dağcı Yücel Dönmez ise, bu tür iddiaların çok olduğunu ama kimsenin gemi görmediğini ve gördüm diyen herkesin yalancı olduğunu söylüyordu. Ve sonra Bob, daha önce gördüğünü söylediği yeri bulamadı, bundan sonrası artık şansa kalıyordu.

Ertesi gün Irvin, tek başına yürüyüşe çıktığında düştü ve ancak otuz saat sonra bulundu. Hastaneye ulaştırıldıktan sonra Türkiye'den ayrıldı ama 1983'de ve de 1984'de yine geldi... Bir ara Irvin bulduk dedi, ne bulmuştu? Elinde bazı taş ve toprak kütleleri vardı, yetkililer incelemek isterlerken topraklar ve taşlar kayboldular. Ne oluyordu? Nuh'un gemisinin aramanın ardında ne vardı? Derken umulmadık bir isim ortaya çıktı, eski CHP'li politikacı Kasım Gülek. İrwin,yaedımcısı Steffins ve Kasım Gülek'in ABD'ye gittikleri haberi duyuldu. ABD'de de toplantılar yapılır, konferanslar verilir. Gazeteci Oktay Ekşi köşesinde tepki veriyordu" Her sene ne oluyor diye ve kim bu misyonerler?" diye Ama cevap yoktu.

Sonra herşey durulur ve yıllar geçer.... 1984'de ünlü Arkeolog Ekrem Akurgal BBC'ye; "Söylenenler yanlış, 1.500 metrede su olamaz, neden biz incelemedik?" der. Derken 1986'da Irwin'in casus olduğu iddia edilir ama sonraki yıllarda herşey unutulacaktır. Aslında Irwin daha çok bir mistik gibidir. Ama acaba aranan gerçekten Nuh'un gemisi midir? Yoksa çok çeşitli iddialara göre uranyum gibi yeraltı kaynakları mıdır? Jeopolitik önem midir? Yani bilimsel ve kültürel olmayan amaçlar mı?

Bu dönemde yani 28.8.1984'de önce Uğur Mumcu, sonra da Hasan Pulur gazetelerinin köşelerinde birar yazı yazarlar. Mumcu, Nuh'un Gemisi'nin bir parçası dahi olsa Türkiye'den antik bir eserin götürülmesine karşıdır. Pulur ise, tüm olanların ardında bir iş olduğunu vurgular, bir yandan bunlar para tuzağı der ama diğer yandan da acaba birşeyler bulundu da Türkiye'den parça parça kaçırılıyor mu diye sorgular.

 

 

 

Uzayda, üzerindeki sayısız canlı türüyle bir uzay gemisi gibi yüzüp duran gezegenimizde, küçüklü büyüklü pek çok tufan olmuştur. Bunların bazıları, bölgesel tufanlardır. Sözgelimi. eski kutsal metinler, Mezopotamya bölgesinde kaydedilmiş bazı yerel tufanlara yer verir. Bunlar, küçük çaptadır. 5000 yıl önce tüm dünyayı kaplayan bir tufan olayının hiç bir kaydı yoktur. Dahası, suların deniz seviyesinden 4000 metre yükselerek, tüm yeryüzünü kuşatmasının ise, kutupların tamamen erimesi ile bile mümkün olmaması gerekir... Ayrıca, 135 metre boyundaki bir gemiye küçüklü büyüklü ve bir araya gelemeyecek on binlerce tür hayvan nasıl sığabilir?..

 

ORADA NE ARIYORLAR ???

 

 

 

 

 

 

SON SÖZ

Burada Milyarlarca hata tahmin edemeyeceğimiz kadar ton suyun basıncın dan söz ediyoruz . Felaket öylesine korkunç ve yıkıcı olmalı ki dev bir press gibi yer yüzünde taş üstünde taş bırakmamış, hatta bitkiler ve bitki örtüsü suyun gücüne karşı koyamamış adeta topraktan kazımış olmalı. Bırakın taşı ,tuğlayı ,çeliği bile ezebilecek un ufak edecek bir güç ten bahsediyoruz, bu ani basınç değişikliği karşısında etten kemikten yapılmış su canlıların bile dayanması söz konusu bile değil

Kutsal kitaplarda anlatılan tufan olayı bazılarının anlattığı gibi bölgesel değil Küreseldi ,tüm dünyayı istisnasız kaplayan bir olaydı ,bunu etkileri dünyanın her yerinde arkeolojik kazılarda görülmektedir. Eğer suların yükselmesi olayı yavaş yavaş olsaydı etkileri de bu kadar korkunç olmazdı diye düşünüyorum .Ama olay çok ani olmuş olmalı ki bu yüzden de etkileri yıkıcı ve yok edici olmuştur

Şimdi gelelim işin özüne böyle bir afetten kurtulmak için bir gemi yapacaksınız ve bunun içine yer yüzündeki tüm canlılardan bitkilerde dahil bir çift alacaksınız bu oldukça büyük bir alan demektir hadi bitkilerin tohumlarını aldık diyelim gemimizin boyutları biraz düşer ,ya kara ve su canlıları ? on binlerce tür canlıdan öyle 135 metre boyu 50 metre eni ve 6.5 metre derinliği olan bir gemiye ikişer tane almak ne demek bir düşünün pek mantığa sığmıyor değil mi .?

Ya türler arasındaki çekişme Kurtla kuzuyu yan yana koyamazsınız, ayrı ayrı geniş sığınaklara ihtiyacımız olacaktır her türün farkı cinslerini de hesaba katmak gerek . Birde yiyecek ve su sorunumuz var. Ayrıca hem gemide bulunan insanların , hem de gemiye alınan hayvanların su ihtiyacını karşılamak için içilebilir su stoğu lazım. Kirli ve tuzlu deniz suyunu içemezsiniz. otla ve etle beslenen türleri de düşünmek lazım. Ve ayrıca karaya ayak bastıklarında nasıl beslendiler? ayak bastıkları kara parçası çok mu verimliydi.? Sular çekildiğinde fazla bir şey kalmamıştı ki ortada ne bulacaklardı, indikleri yeri verimli hale getirmek ise aylar sürer.


Peki gemi nerede olabilir ki tüm bu hesaplamalar ve mantık ışığında geminin inanılmaz bir büyüklükte hatta TİTANİK den bile daha büyük olması lazım diye düşünüyorum ve böyle bir geminin ise hayla bulunamamış olması da oldukça mantıksız ve de garip geliyor bana. O zaman tüm bu yukarıdaki saydıklarımız silip , başka bir düşünce ve mantık tarzı yürütmek gerek ki benim aklıma gelenler şunlar oluyor.

1-Geminin inanılmaz derecede sağlam bir metalden yapılmıştı yada bir güç kalkanı tarafından korunuyordu

2-İnsanlar dışında (Bir teoriye göre) diğer bitki ve hayvanların dondurulmuş Dna ları alınmıştı. Ayrıca bunların özel soğuk hava depolarında tutulması gerekir

3-Su denizden arıtma ve ayrıştırma yolu ile sağlanıyordu.

4-Tüm bunlar için elektrik şart.

5-Yakıt olarak Nükleer enerji kullanıyordu Kuranı kerim nuh’un gemisinin ateş yanarak kazanının kaynadığını yani buhar gücü ile hareket ettiğini söylüyor. “Tandır kaynadı ve gemi hareket etti “ olayı bana buharlı bir motoru hatırlattığı gibi ayrıca nükleer enerj yi de çağrıştırıyor. Ama buharlı bir motorda yakıt sorunu var hem de tonlarca hiçbir şeyin kalmadığı su kaplı bir ortamda odunu nerden bulacaksınız hem de kuru odunu. Geriye yine buharlı motor gibi ısı+buhar enerjisini sağlayan, ama aksine yakıt olarak nükleer madde kullanarak elektrik üreten bir reaktör + hareket sağlamak için elektrik motoru

6- Nuh peygamber oğluna gemi hakkında şöyle demiştir “ korkarım üzerine çok şey yığılır” gerçektende aradan geçen onbinlerce yılda gemini üzerine taş toprak ve daha neler yığılmış ve onlarca metre toprak altında kalmış olması da lazım bu yüzdende gemi yüksek bir yerde ve toprak altında olmalı ama nerede ?

Eğer yukardaki teoriler doğruysa geminin ölçülerinin 135 metre boyu 50 metre eni ve 6.5 metre derinliği olması gayet makul olur.

Not: Kuran`da geçen bazı isimler, sonradan adlandırıldığı gibi, bazı sıfatlar da zamanla insanlar tarafından isimleştirilmişlerdir. Bu Kuran`ın bazen anlattığının dışına çıktığından ve gerçeği yansıtmadığından çeşitli yanılgılara sebep olabilir.
Hud suresi 44 te geçen Cudi kelimesi, aslında yüksek tepe anlamındadır. Zaman içinde ülkemizde bulunan bir dağa Cudi adı verilmiş ve sanki bu Kuran`da geçen yerdir diye akıllara kazınmıştır. Böyle olunca Nuh`un gemisininde ülkemizde olduğu zannedilmektedir. Kuran`da buna benzer birkaç kavram daha vardır. Örneğin Saffat suresinde anlatılan kıssada 37/142 bahsedilen ve Yunus peygamberi yuttuğu söylenen bir balık vardır. Bu balığın ismi Allah tarafından verilmemişken, bizlere nedense bunun Yunus balığı olduğu söylenir. Bu surede anlatılan balığın çok büyük olduğu ve H.z Yunus`un bir süre bu balığın içinde yaşadığı 144.ayette söylenmiştir, sonuç itibarıyle Allah`ın söylediği özelliklere bizim yunus balığı diye adlandırdığımız balıklar sahip değildir. Bu yüzden bu balık büyük bir ihtimalle bizim sonradan isimlendirdiğimiz yunus balığı değil de başka bir balık türüdür.
Aynı şekilde herkesin işte cehennem bitkisi dedikleri zakkum ağacı da, sonradan bizlerin beğenmeyip de olsa olsa cehennemdeki ağaç budur deyip ismini zakkum ağacı koyduğumuz ağaçla Allah`ın cehennemde olduğunu söylediği zakkum ağacı bir değildir. Allah bu ağacın çok yüksek ateşte bile canlı kaldığını söylediğine göre o ağaç bizim bildiğimiz hiç bir ağaç değildir, Allah insanların anlaması için bir teşbih yapmıştır.