BEYİN'İN GİZEMLERİ |
Öteden beri beynimizin sadece yüzde 10’luk bölümünü kullandığımız söylenir, kullanılmayan yüzde 90’lık kapasiteyle neler yapılabileceği ise merak edilir. Ama beyin MRI’ları teknolojisinde atılan adımlar, bu yaygın kanının efsane olduğunu ortaya koydu. İnsan beyni bildiğimiz evrendeki en karmaşık varlık. Onca bilimsel çalışmaya rağmen iki kulak arasına sıkışmış 1,5 kilogram ağırlığındaki bu kıvrım kıvrım organ, hala içinde birçok sır taşıyor. İşte beynimiz hakkında çok yaygın olan kimi efsaneler ve bazı bilgiler:
1-BEYİNİMİZİN SADECE %10 UNU KULANIYORUZ YALANI |
Öteden beri insanların beyinlerinin sadece yüzde 10’luk bölümünü kullandığı söylenir ve geride kalan, kullanılmayan yüzde 90’lık kapasiteyle neler yapılabileceği merak edilir. Ama beyin MRI’ları teknolojisinde atılan adımlar, bu yaygın kanının efsane olduğunu ortaya koydu. Londra Üniversitesi Kognitif Bilim Enstitüsü’nden Prof. Sophie Scott, “yapılan işlevsel beyin görüntülemeleri, beyinde herhangi bir şekilde faaliyete geçmeyen pek az nokta olduğunu gösterdi bize” ifadesini kullanıyor. Yumruğumuzu sıkmak gibi basit bir iş için bile, beynimizin yüzde 10’undan fazlasını kullanmak zorundayız. İşlevsel beyin görüntülemeler, parmaklarımız ve avucumuzdaki kasların kasılmasıyla birlikte, beyindeki çok sayıda hücrenin anında harekete geçtiğini gösteriyor.
SAĞ VE SOL LOBUN GÜÇ DENGELERİ |
Anatomik olarak beyin sağ ve sol bölümler olarak ikiye bölünmüş halde. Ve bu iki bölüm bazı işleri aralarında paylaşıyorlar. Prof. Scott beynin sağ ve sol tarafları arasında gerçekten büyük farklılıklar olduğunu söylüyor; “ama bu, bir genelleme olarak söylendiğinde aynı şey kastedilmiyor” diyor. İnsanları kendi kendilerini geliştirme konusunda yönlendiren kitaplara ya da iş alanında yol gösteren kurslara bakarsanız, beynin iki bölümünün iki ayrı varlık olduğu gibi bir kanıya kapılıyorsunuz. Beynin sol kısmı, mantık ve akılcılığın egemen olduğu bölüm olarak gösteriliyor. Sağ tarafı ise sezgi ve yaratıcılık bölümü olarak tanımlanıyor.
Dolayısıyla eğer mantığınızı kullanan bir insansanız, beyninizin sol tarafını daha çok işletiyorsunuz demektir. Ama daha duygusalsanız ve sanata eğilimliyseniz beynin sağ tarafını kullananlardansınız. Yaygın efsaneye göre, beyninin her iki tarafını tam anlamıyla kullanmayı öğrenen insanlar daha başarılı oluyor, hayattan daha büyük tatmin elde ediyorlar. Prof. Scott ise, insanların, karşılarına çıkan sorunlar ve hayat karşısında farklı şekillerde düşündüklerini, ama bunun beyinlerindeki sağ ve sol bölümler arasındaki güç dengeleriyle hiçbir ilgisi olmadığını vurguluyor. “Bazı insanların görsel algılaması gerçekten çok iyidir. Bazılarının da işitsel algılaması. Bir bilgiyi alıp işleme ve kullanma şekillerimiz çok değişik oluyor. Ama bunu beynin mantıklı sol yanı ve yaratıcı sağ yanı şeklinde basitleştirmek, beynin çalışma şekli konusundaki saptamalarımıza uymuyor. Bir de bu, beynin bir yanını, diğer bölümünden daha fazla kullandığımız gibi bir izlenim doğuruyor ki, beyin aslında böyle çalışmıyor” diyor Prof. Sophie Scott. Dolayısıyla, beynin iki tarafı birbirleriyle sürekli iletişim halinde ve corpus callosum diye bilinen karmaşık bir sinir yumağı aracılığıyla işbirliği içinde çalışıyor. Yani Beynin İki Yarısı Birbirini Tamamlıyor Ve Birbiriyle Uyumlu Halde İşliyor.
DOLUNAYDA İNSANLARINANORMAL DAVRANIŞLARI ARTAR |
Dolunay, öteden beri geceleri yaşanan tuhaflıklarla ilişkilendirilir. Birçok inanışa göre, delilikle dolunay arasında bağlantı kurulur; insanlar dolunay zamanı kurda dönüşür ve dolunaylarda her türlü ürkütücü ve tatsız şey yaşanır. Ancak psikologlar ve istatistikçiler bu konuya eğildiklerinde, ayın, insan beyni ve davranışları üzerindeki etkileri hakkında o kadar da elle tutulur bir veriye ulaşamadılar. Daha da önemlisi, dolunay zamanlarıyla, saldırılar, tutuklamalar, intiharlar, kriz masalarına yapılan başvurular, psikiyatri kliniklerine yatırılmalar, zehirlenmeler ve trafik kazaları arasında herhangi bir ilişkiye de rastlamadılar.
Uzun bir araştırma listesi hazırlayan Eric Chudler, “bu konuda birçok araştırma yapıldı. Eldeki verilerin çoğu, ayın değişik dönemleriyle anormal davranışlar arasında hiçbir ilişki bulunmadığını ortaya koyuyor” dedi. Araştırmalara göre, dolunayla ilgili efsanelere inananların çoğu güvenlik ve sağlık hizmetlerinde çalışıyor. Polisler ve hastane görevlileri de hayatta en korkunç ve üzücü vakalarla karşılaşan kesim. Eric Chudler, travmatik olaylarla karşılaşan bu insanların, o anlarda çok daha az dikkat çeken yarım ay ya da yeni aydan ziyade, gökyüzündeki dolunayı fark ettiklerini belirtiyor. Dolayısıyla da kaza veya suçlarla, ayın en bariz olduğu zamanlar arasında ilişki kuruluyor.
2-BEYİN DALGALARININ GİZEMİ |
Bütün dünyanın “Secret” (Sır) yasasını konuştuğu son günlerde “titreşim” kelimesi günlük yaşamımızda çok fazla yer almaya başladı. “Çekim yasası var mı, yok mu?” tartışmasını bir tarafa bırakıp, evrendeki her şeyin titreşerek bir arada duran parçacıklardan oluştuğu gerçeğini kabul etmeye sanırım kimsenin itirazı olamaz. İnanan ya da inanmayan herkesin bir arada yaşadığı bu evren, sayılamaz titreşimlerle bir şeyleri bir şeylere çekiyor ya da itiyor! Galiba tartışılması gereken çekim yasası değil, titreşim yasası… Katı ve cansız cisimlerde maddenin özelliklerini de belirleyen titreşim, canlı organizmaların tümünde çok daha karmaşık ve çoğunlukla da gizemli pek çok şeyin sebebidir. Özellikle İnsan beyninin üzerindeki çalışmalarda keşfedilmesi gereken gerçek “secret”lar hala sayılamayacak kadar çok. Beyin titreşimlerinin tespiti ilk defa Richard Caton tarafından 1875 yılında yapıldı. Bugüne kadar geçen yüz otuz yıla rağmen bu konuda hala sırlarını çözemediğimiz beyin, değişik dalga boylarında titreşiyor. Taşıdığımız bir sürü duygunun ve ruh halimizin beynimizde titreşimsel bir karşılığı olduğunu öğrenmek ise yıllarımızı aldı. “Ona aşık oldum galiba, gördüğümde her yerim tir tir titriyor; o kadar sinirlendim ki onu parçalamak istedim; duyduklarım beni o kadar rahatlattı ki bir denizde yüzüyor gibiydim; öğrendiğim bu bilgi kafamda pek çok soru oluşturdu; karşıma çıkacak sonuçtan o kadar korkuyorum ki kalbim yerinden çıkacak…” Yukarıdaki cümlelerin içinde saklı duyguların her birinde beynimiz, ayrı dalga boyunda frekanslarda titreşimler yayıyor. İsimlendirilen her dalga boyunun salınımı, duygu değişimleri sırasında frekansını değiştiriyor.
Beyin dört ana dalga boyunda titreşiyor Alpha -Tetha- Beta- Delta adlı dört ana dalganın hangisinde hangi duyguda ve durumda olduğumuz artık rahatlıkla tespit edilebiliyor.
ALPHA |
7.5 – 12 Hz arasında değişen alpha dalgaları; rahatlığın, farkındalığın, sakin ve huzurlu kavrayışın, uykunun ilk evrelerinin dalgaları olarak tanımlanıyor. Sakin ve huzurlu olunan ama asla uyuşukluk yaşanmayan, dünyayı ve gerçekleri algılamada en uygun titreşimlerin olduğu bu dalga boyu, dünyamızın da ölçülen frekansıyla aynı. Dünyanın manyetik frekansına “Shumann” frekansı deniyor ve 7,8 ile 8 arasında tanımlanıyor. (Fakat son yıllarda bilim adamları Shumann frekansının epeyce yükseldiğini ifade ediyor.) Gözler kapanıp derin nefes alındığında ve dış dünyadan alınan mental etkiler azaldığında Alpha boyutuna geçiyoruz. Alpha dalgalarındayken yaptığımız işlerde başarımız artıyor. Derin uyku ya da endişe ve korku halinde bu dalga hiç görülmüyor. Meditasyon, Yoga, Reiki gibi çalışmalar esnasında beynimiz Alpha boyutundadır. Zihin açık ve uykunun derinliğine dalmadan önceki geçiş koridorunda hissettiğimiz o duyguların yaşattığı huzur, ilginç bir şekilde dünyanın titreşimiyle aynı dalga boyunda.
TETHA |
Frekansları 4 ile 8 arasında değişiyor ve stresin hiç olmadığı, derin iç dünyamızda olduğumuz dalga boyu olarak tanımlanıyor. Öğrenmenin en yüksek boyutuna geçmeden önce bu dalgada yaşıyoruz ve derin uykudan uyanırken açılan algılarımızın yaşattığı bir durumu temsil ediyor. Alacakaranlık boyutu ismi de kullanılıyor bu dalga boyu için. Yani aydınlanmadan önceki karanlık… Çok usta meditasyoncuların derin meditasyon halindeyken bu dalga boyunda olduğu tespit edilmiş. Derin düşünüş ve sezgisel kuvvetin en canlandığı bu frekansta sanatsal yeteneklerin zirveye çıktığı düşünülüyor. Özellikle ressam ve müzisyenlerin sanatsal üretimleri esnasında beyinlerinde Tetha boyutunun en yüksek, Alpha frekansının en düşük seviyede olduğu biliniyor. ( yani 7 ile 8 arası) Onların kendi içe dönüşlerinden bize hediyelerle geri dönmeleri ne güzel… Yapılan bazı araştırmalara göre şifacıların Tetha bandında uzun süreli ve kontrollü olarak kalmayı başarmaları nedeniyle şifa yeteneklerinin geliştiği ortaya çıkmış.
BETA |
13- 30 Hz arasında olduğu biliniyor ve uyanış frekansı olarak tanımlanıyor. Aktif öğrenme, uyanık olma, her şeyiyle hayatı yaşama, dinamizm, konsantrasyon, problem çözme hallerimizde içinde bulunduğumuz dalga boyu olduğu için yaşamı temsil ediyor. Çok yükseldiğinde stres, gerginlik, öfke gibi negatif uç duygulara varabiliyor.
DELTA |
0 – 4 Hz frekansında bulunan dalga boyudur ve derin uyku ve dış dünyadan kopuş boyutudur. Bilinçsiz bir huzur halini yansıtır. Beynin en az çalıştığı döneme aittir ve bu dönemde büyüme hormonu salgısı artar. Çocuklarda fiziksel büyümeyi, yetişkinlerde ise güzelleşmeyi ve dinç kalmayı sağlar. Bu dört ana dalga boyunun dışında son yıllarda tespiti yapılan Gama frekansı, 40 Hz’in üzerinde tanımlanıyor. Üst benlik bağlantı çalışmaları sırasında üretildiği ve Hindu Monkların meditasyonları sırasında ölçümlendiği biliniyor.
BEYİN DAGALARI DEĞİŞTİRİLEBİLİRMİ |
Beyin dalgaları kontrol edilip değiştirilebilir mi? Beyin dalgaları, duygu ve ruh durumuna göre kendiliğinden değişirmiş gibi görünse de o titreşimleri bilinçli ve istediğimiz yönde kontrol edip değiştirebileceğimiz ve kendimizi istediğimiz duygu frekansına çekmeyi başarabileceğimiz gibi bir gerçek de mevcut. Bunu nasıl yapabileceğimiz aslında yine kendi titreşimlerimizin içinde saklı bir bilgi. Sadece o frekansı duyabilmeyi ve ayırt etmeyi başaracak bilime ve bilgeliğe ulaşmanın zamanını kendimizde yakalayabilmeyi öğrenmemiz gerekiyor.
Çoğu zaman farklı Hz’lerde pek çok titreşimin içinde kayboluyoruz. Özellikle de 30 Hz civarında dolaşıyor tüm dünya. Yani şiddet, savaş, bencillik ve paylaşımsızlık frekansında… Günlük hayatımızda genellikle küçücük şeylere takılıp, öfkeleniyor, hırslanıyor, kıskanıyor, geriliyor, üzülüyoruz. Sevgi- sadakat- şefkat- minnet- huzur-neşe gibi duygulara az kulak veriyoruz nedense… Düşüncelerimizin bütün bu çeşitliliğine göre beynimizden ve hücrelerimizden değişik frekanslarda yayılan titreşimlerle tüm vücudumuzun etrafında bir enerji alanı oluşuyor. Bu enerji alanı anlık değişimlerle, ruh ve vücut sağlımızı yansıtıyor gözle görünmese de. Son yıllarda alternatif tıp alanı altında kabul edilen enerji dengeleme yöntemlerini kullanarak tedavi sağlama tekniklerinin sayısı epeyce arttı ve gitgide bilimsel olarak desteklenmeye başlandı.
Tedaviye yardımcı olduğu iddia edilen meditasyon ve Reiki, NLP çalışmaları artık bilimsel tedavilerin yanında yardımcı olarak yer almaya başladı. Amerika’da pek çok hastanede bu konuda ciddi ve resmi uygulamalar yapılıyor, kemoterapi birimlerinin yanı başında Reiki uzmanlarının da bölümleri açıldı, hemşireler ve doktorlar hızla Reiki öğreniyorlar. Türkiye bu tür çalışmalarda biraz tutucu tavır sergilese de beyin dalgalarının kontrol edilmesi ve değiştirilmesi için Reiki ve meditasyondan daha bilimsel bir yöntem olan Neurofeedback yöntemini kullanarak stres, down sendromu, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, otizm, kişilik bozuklukları gibi hastalıkları tedavi etmeye çalışan merkezler ve hastaneler açılmaya başlandı. Meditasyon, Yoga, Reiki, Neurofeedback adı ne olursa olsun bütün bu yöntem ve tekniklerin peşinde olduğu tek bir amaç var: Beyin dalgalarını istenilen frekansa çekebilmek ve uygun dalga boyunun titreşimsel ışınımını yakalaya-ak DNA üzerinde pozitif değişiklik yaratabilmek…
3-EPİFİZ BEZİNİN (ÜÇÜNCÜ GÖZ )GİZEMLERİ |
YERİ |
Fiziksel olarak, epifiz belki de bedenin en küçük organıdır. Bu kadar minik bir yapı nadiren bu kadar çok merak ve şamataya neden olmuştur. Beynimizdeki her bölüm simetriktir; bu yüzden tüm bölümlerden iki tane bulunur. Bunun tek istisnası ise bir tane olan epifiz bezidir. Epifiz bezi beynimizin içinde, sağ ve sol beyin çizgisi üzerinde ve beynin, tam ortasında bezelye büyüklüğünde yaklaşık 6,5mm çapında, yaklaşık 100 miligram ağırlığındadır bu mini organ hipofiz bezimizin arkasında küçük bir oyuğun içinde yerleşmiştir. Epifiz bezi kozalağa benzer minik gri beyaz yapıdadır.İngilizce ismi, kozalaksı bez anlamına gelen "pineal gland"dir. Epifiz bezi beynin içindeki duruşu itibari ile gözün şeklini andırması nedeniyle ve diğer mistik sebeplerden dolayı antik dönemlerden beri ‘üçüncü göz’ olarak da anılmaktadır..Epifiz bezi ya da pineal bez üçüncü gözümüzü yöneten ve zihnimizin pşisik algı merkezidir.
Beyinde her bölüm simetrik yapıdadır. Bu nedenle beyindeki tüm bölümlerden beyin içinde iki tane vardır, yani her şey çifttir. Epifiz bezi ise bir istisna teşkil eder. Beyin içinde başka bir benzeri, yani ikizi yoktur tektir. Bu nedenle de beyin içerisinde bağımsız çalışan bir organdır. Beynin parçası değildir.
YAPISI |
Beyin içerisindeki konumu itibari ile, alında iki gözümüzün tam ortasından birazcık yukarıda bulunan altıncı enerji kapımız (çakramız) ile aynı hizadadır. Bu organ üzerinde yapılan tetkiklerde, Epifiz bezinin sinirlerle gözlerimizin retinasına ve alındaki yedinci çakraya bağlı olduğu görülmüştür. Üstelik bu bez kesilip incelendiğinde, iç yapısının da gözün retinasına benzediği ve benzer sıvıları taşıdıkları tespit edilmiştir. Yani beynin kapkaranlık mekanına yerleştirilmiş gerçekten de üçüncü bir gözdür.
ÇALIŞMA ŞEKLİ |
Epifiz bezi insanlarda, hayvanlarda ve bitkilerde bulunur. İnsanlarda, çocuk doğmadan evvel başlayıp, iki yaşına gelene kadar oluşur. Eğer iyi korunmazsa 12 yaşına geldiğinde kireçlenir ve sertleşir. Yetişkinlerde ise uyku durumuna geçip pasifleşmiş haldedir. Kullanılmadığı için de körleşmiştir. Bu körleşmeye sebep olan en büyük unsur, yukarıda belirttiğimiz gibi şehir sularına katılan ve diş macunlarında bulunan florürdür. Keza diş dolgularında kullanılan cıva, paketlenmiş hazır gıdalar ve fazla tüketilen şekerler de bu suçlular arasındadır. Bu madde ve kimyasallar Epifiz bezinde hızla kireçlenmeye sebep olarak bu organımızı çalışmaz hale getirmektedir. Epifiz bezini aktif hale geçirmenin yolları, yukarıda sayılanlardan uzak durmak ve trans meditasyon ve Uzak Doğu’da olduğu gibi ayinlerdir. Epifiz bezi deniz seviyesinde aktif değildir. Daha ziyade yüksek rakımlı yerlerde ve uykuda, karanlıkta aktiftir. Bu nedenle pek çok dini mabetler ve tapınaklar çoğunlukla yüksek rakımlı yerlerde inşa edilmişlerdir.
Epifiz bezi gündüz çalışmaz, fakat enerjisini iki gözün retinasına ve alnın ortasındaki 6. çakramıza bağlı sinir uçları vasıtasıyla ışıktan alır ve ışığı direk görmemesine rağmen ışığa karşı fazla duyarlıdır. Hatta bu bezin kapasitesini artırmak için, güneşin doğuşu ve batışı esnasında, güneşe bakılabilir hale gelindiğinde 15 dakika süreyle güneşe bakılması tavsiye edilir.
Epifiz bezi geceleyin karanlıkta aktif olur ve aşağıda izah edeceğim yararlı hormonları karanlıkta, özellikle uyku esnasında salgılar. En yoğun salgılama zamanı doğum anı, ölüm anı ve gece saat 03:00 sıralarıdır.
Epifiz bezinin salgıladığı 6 hormon içindeki başlıca hormonlar,
- Melatonin
- Serotonin
- DMT (Dimetiltriptamin) dir.
1-Melatonin Hormonu
|
2-Serotonin Hormonu
|
3-DMT (Dimetiltriptamin) (RUH MOLEKÜLÜ)
Epifiz bezinin salgıladığı hormonlar içinde, üzerinde en çok konuşulan ve Epifiz bezine en çok kutsallık veren hormon DMT hormonudur. Bu hormon da diğerleri gibi geceleyin uyku sırasında, doğum ve ölüm anında salgılanan ve bir çeşit halüsinojen olan kimyasal maddedir. Esasında çok basit bir moleküldür. DMT geceleyin, rüyaların görüldüğü esnada salgılanır. Salgılanan hormon çok düşük miktardadır. Eğer salgılanan DMT miktarı fazla olursa beyinde algı değişimine yol açar.
Peygamber hastalığı olarak da bilinen ‘Temporal Lob Epilepsisi’, beyinde yüksek miktarda DMT salgılanmasına sebep olduğu için farklı boyutlara kapılar açıyor ve bir takım şizofrenik halüsinasyonlara sebep oluyor.
Doğum ve ölüm esnasında salgılanan DMT miktarı, normal zamanlarda salgılananlardan daha fazladır. Doğumda DMT’nin daha çok salgılanması ile anne ve bebekte bir trans ve mutluluk hali gerçekleşir. Bu durumda anne doğum sancısına daha rahat katlanır, bebek de uyku halinde olduğu için yeni bir hayata sıkıntısız bir geçiş yapar. Araştırmalara göre bebek dünyaya geldiğinde, beyin omurilik sıvısında çok miktarda DMT bulunduğu tespit edilmiştir. Bebeklik ve küçük çocukluk döneminde beynin %40 daha aktif olduğu belirlenmiştir. Bu nedenle de öğrenmeye ve spiritüel ilişkilere daha açıktırlar. Çocuklarda 2 yaşına kadar gelişimini tamamlayan Epifiz bezi, 12 yaşına geldiğinde oldukça küçülür ve kireçlenmeye başlar.
Epifiz bezinin küçük çocuklarda daha büyük ve daha aktif olması ve bu bezden salgılanan DMT ve diğer hormonların ergin kişilere nazaran daha fazla olması sonucu, onların zihnini manevi ve ruhani boyutlara daha açık hale getirir. Salgılanan hormonların miktarına göre de beyin ve zihin sistemlerinin ruhani ve metafizik boyutlara açıklık oranı, salgılanan hormonun miktarına bağlı olarak değişir. Eğer salgılanan hormon miktarı yüksekse metafizik boyutlara açıklık oranı da yüksek olur. Bu nedenle de bu çocuklar hayali varlıkları kolayca görebilirler, ergen hale geldiklerinde Epifiz bezleri küçülüp DMT salgıları azalacağından artık hayali varlıklar görmeyeceklerdir. Çocuklar buluğ çağına girdiklerinde şehvet duyguları artacağından, Epifiz bezi aktiviteleri yavaşlayıp, küçülecek ve daha az hormon salgılayacağından, diğer boyutlarla ilişkisi oldukça azalacaktır. Küçük çocuklarda yaşanan bu durum sadece DMT salgılanma oranıyla ilgilidir.
DMT insan bilinci üzerinde çok etkilidir. Bu hormon beyin içerisindeki Epifiz bezi ile salgılanmakla beraber, doğada bulunan basit bir bileşiktir. Bunun dışardan ağız yoluyla kontrolsüz bir şekilde alınması insan bilinci üzerinde büyük tahribat yapacağı gibi ölümlere de sebep olabilir.
DMT sadece insanlarda ve canlılarda değil, bitkilerde de bulunmaktadır. Bitkiler doğadaki organizmalarla olan bağlantılarını DMT ile sağlamaktadırlar. Bir anlamda bitkilerin dili vazifesini görüyor.
30-40 yıl öncesine kadar DMT; işlevi olmayan bir fizyolojik gürültü olarak tanımlanıyordu. 1960’lı yıllarda Epifiz bezi üzerinde yapılan yoğun çalışmalar, DMT kullanılarak yapılan psikedelik (hayal gördüren) deneyler sonucunda, Epifiz bezi ve DMT pek çok ezoterik otoriteler ve bilim adamları tarafından ciddiye alınarak önemli bir organ olarak kabul gördü. Mevcut haliyle DMT yahut diğer adıyla Ruh Molekülü bir bilmece halini aldı.
Ezoterik olarak düşünüldüğünde Ruh iç dünyadır, molekül ise dış dünyadır. DMT ise bizi bilimden Ruh’a taşıyan bir uyarıcıdır. İnsanların çeşitli egzersizlerle veya doğal yapıları gereği Epifiz bezinin DMT salınımını artırmaları sonucu yaşadıkları deneyimler ile DMT’yi dışardan ağız yoluyla alarak yaşadıkları deneyimler arasında birçok benzerlikler vardır. Bu deneyleri yaşayanlarla, ölüme yakın deneyleri yaşayanların gördükleri ve söyledikleri şeyler de birbirine yakındır.
Epifiz bezinin ürettiği fazla miktarda DMT’nin etkisiyle veya dışardan ağız yoluyla alınan DMT’nin etkisiyle transa girenlerin anlattıklarına göre; bu kişilerin bilinçleri vücutlarını terk edip başka boyutlara geçiyor.
Hepsi de bu geçiş esnasında bir tünelden geçtiklerini, daha sonra çok değişik renklerdeki ışık alemine girdiklerini, sonra kendilerini beyaz bir ışığın içinde bulduklarını, orada farklı yapılarla, farklı bedenlerle karşılaştıklarını, büyük bir huzur içinde olduklarını, sonunda her şeyin bir olduğunu kavradıklarını ufak tefek nüanslarla anlatıyorlar. Yani ölmeden, ölümden sonrasını yaşadıklarını ifade ediyorlar. İşin enteresan tarafı, bu deneyimi yaşayan insanlarda çoğunlukla eski hallerine göre farklılıklar görünüyor. Daha uysal ve daha sevecen oldukları, öğrenme yeteneklerinin arttığı söyleniyor. DMT deneyimleyenler ile yoğun meditasyon sonundaki deneyimler arasında da bir çok benzerlikler bulunduğu söylenmektedir. Sonuçta mistik deneyimlerin açığa çıkmasına neden olan şey, beyindeki Epifiz bezinin ürettiği DMT’dir. Çok fazla DMT psikedelik (hayal gördüren) bir etki yaratırken, yetersiz DMT ise dünyayı donuk, sönük ve gri görmemize yol açar. Bu nedenle DMT’ye ‘Ruh Molekülü’ deniyor. Diğer bir deyimle de ‘gerçeklik molekülü’ deniliyor.
DMT molekülünü doğadaki bazı bitkilerden elde etmek mümkün. Bu işi Amazon yerlileri 3000 yıldan fazla süredir yapıyorlar. Bu yerliler yazılı bir kimya bilgileri olmaksızın, ya tesadüfen ya da bir karışım yaparak DMT içeren bir bitki, bir de ayrıca enzim görevini yapan diğer bir bitki bularak ve bu karışımı kaynatarak, bunun suyunda DMT’yi içilebilir hale getiriyorlar. Bu işi yaparken de Ayahuasca denen bir bitkiyi bazı ağaç kökleri ile karıştırıp kaynatarak, Ayahuasca bitkisinin bünyesinde bulunan DMT’yi açığa çıkararak içilebilir bir sıvı haline getiriyorlar.
Elde edilen bu sıvı fincandan büyük kaplara konarak, içildikten yarım saat sonra etkinleşiyor. Etkisi de 3-4 saat sürüyor. Bu 3-4 saat içerisinde kişi ölü gibi hareketsiz kalıyor. Fakat bu sıvıyı içen kişinin bilinci göklere tırmanıyor, yukarıda anlatılan mistik görselleri yaşıyor, temizlenmiş olarak vücuduna dönüyor. Tabii bu deneyimlerin sonunda, deneyimleri yaşayanlar şiddetli kusma dahil çok rahatsızlık verici anlar yaşıyor. Dozajın iyi ayarlanmaması halinde ölümle biten deneyimler de yaşanıyor. Amazon yerlileri artık bunu bir dini ritüel haline getirmişler ve binlerce yıldır uyguluyorlar. Son yıllarda bu deneyimler öyle yaygınlaşmış durumda ki, bu deneyimleri yaşamak için binlerce turist Amazonlara akın ediyor, bu uygulamalarla ilgili bir sürü filimler çekiliyor, belgeseller hazırlanıyor.
Amazon yerlilerinin binlerce yıldır deneyimleyip geliştirdiği, dini ve spiritüel çalışmalarının sonucu olan Ayahuasca, mevcut enerji yapılarının en güçlüsüdür. Bu ilkel bir saçmalık ve batıl inanç olarak değerlendirilip görmezden gelinmemelidir. Zira denenmekte ve sonuçları görülmektedir. Şamanlıkta da Ayahuasca ve benzer bitkiler kullanılarak Şamanların binlerce yıldan beri farklı boyutlarla temasa geçtikleri bilinmektedir.
DMT çeşitli bitkilerden üretildiği üzere, kamıştan da üretilmektedir. Mevlânâ ayinlerinde sadece kamıştan üretilmiş flütlerin kullanılmasını, Mevlânâ’nın da DMT gerçeğini bildiği ve bu nedenle kamış flütler kullandıkları rivayet edilmektedir. Netice, DMT etkisi, vücuttan ayrılmış bir bilincin mümkün olduğunu açıkça göstermektedir. Bu durum bilimsel deneylerle de kanıtlanmıştır.
Yaşar Özkan
Vücuttaki birçok hormonların yapım yeri olan Hipofiz, deyim yerindeyse hormonal koromuzun şefidir. Bu koro şefinin de bir üst amiri ise çok hayatî bir organımız olan Hipotalamus’tur ve bunun birçok komuta-çekirdekleri vardır. İşte hipotalamus’un birçok çekirdeklerinden biri olan suprakiazmatik çekirdek (üstte resimde görülüyor) pineal bez ile birlikte biyolojik bir saat gibi çalışır. Biyolojik saatler bir organizma da zamanı ölçen hücresel yapılardır. Pineal bez, sirkadyen bir ritimde ve karanlıkta salgıladığı Melatonin vasıtasıyla vücudun diğer kısımlarına zaman sinyalleri gönderir. Böylece günün ve yılın farklı zamanlarına bağlı fizyolojik siklusların düzenlenmesinde rol alır. Gün uzunluğunda mevsimsel değişiklerin yorumlanmasını ve özellikle üreme fonksiyonlarının kontrolünde önemli bir role sahiptir.
Melatonin’in hormonal olmayan etkileri şunlardır:
Melatonin yukarıdaki etkilerine ek olarak ergenliği başlatır. Karanlıkta salgılanan Melatonin 21 00 de başlayan salgısı 02 00-04 00 arasında pik yapar ve sabah 07 00 de salgı azalır(dolayısıyla uyanmaya sebep olur). Melatonin ritmi sabit olduğunda uyku bozuklukları, vardiya değişiklikleri, Jet-Lag (okyanus aşırı vb. uzun süreli uçak yolculuklarında biyolojik iç-saatin ülkeler arasındaki zaman farkına adapte olamaması sonucu fizyolojinin altüst olması) araştırmaları hakkında bilgi verir. Gündüz salgılanan Melatonin uyuklamaya ve gece ise uyuyamamaya neden olur.
Vücudumuzdaki etki yerleri ise: Göz dibi retinası, hipofiz ve hipotalamusun suprakiazmatik çekirdeğidir.
Melatonin üreme bezlerinin ve özellikle de stres hormonlarının yapım yeri olan böbrek üstü bezinin çalışmasını baskılar. Dolayısıyla, tahterevalli gibi çalışan stres hormonları-mutluluk hormonları dengesini mutluluk hormonları lehine etkiler. Melatonin salgısının azalması ise hipofizin çalışmasını bozarak, dengeyi stres hormonları lehine bozar. Ve sonuçta kemik iliği ve immün-sistem baskılanır (dolayısıyla her türlü enfeksiyon ve kansere zemin oluşur).
Melatonin’in hafıza, bilgi işlemi, cinsellik, uykuda beyin onarımı gibi önemli işlevleri vardır. Doğal uyku sağlayıcı olarak da dışarıdan ilaç gibi alınabilen ticari preparatları vardır. Elektromanyetik ışıma/kirlenmenin beyindeki Melatonini azalttığına dair güçlü bilimsel şüpheler vardır. Hatta belki de bu yüzden dünyadaki elektromanyetik kirlilik ile Alzheimer hastalığının artışı arasında ciddi bir neden-sonuç ilişkisi vardır.
Pineal bezin maddî-biyolojik-fizyolojik yapısı hakkında verilen bilgilerden sonra asıl fonksiyonu olan manası-insan beynindeki hikmetleri-hakkındaki insanoğlunun bilgi birikimlerini ve tecrübelerini serdetmeye çalışalım.
Bu bez hakkındaki bilgiler birçok kadim uygarlığın tarihine kadar uzanır. İlk olarak 1543 yılında Andreas Vesailus, pineal bezin varlığını tartışıp Corpus Callosum denilen her iki beyin yarımküresini birleştiren nasırsı-köprü yapıyı çizmişti. 1649 yılında ise Rene Descartes pineal bezi, vücudun ve aklın kontrol merkezi olarak tanımlamıştır.
Aslında geçtiğimiz yüzyılda, atıl ve körelmiş bir salgı bezi olarak sunulmasına rağmen onun önemi beynin didik didik edildiği son 2-3 dekad içinde (10 yıl = 1 dekad) iyice anlaşılmaya başlamıştır. İnsanların manası ile ilgilenmeyen bilim adamları bu endokrin bezi atrofik/agenezik (olgunlaşmamış-embriyolojik kalıntı) göz olarak düşünmüşler. 17. yüzyılda pineal bezin aklın kontrol merkezi olduğunu düşünen Descartes bu salgı organının bedenle ruh arasında bir geçiş kapısı olarak değerlendirmiştir.
Epifizin, insanın yaşadığı mistik hazlarda ve cezbelerde, trans hali, manevî letaifin çalışması, olağandışı bilinç sıçramaları ve psişik akım atlamalarında başat rol oynadığı anlaşılmıştır. Özellikle meditasyon, yoga, cehrî-lafzî zikir çalışmaları, tütsüler ve insan üzerinde Melatonin etkisi yapan harmalin kimyasalı içeren üzerlik bitkisi (Anadolu’da evlerin giriş kapısı üzerine asılır), mistik danslar ve müzikler, buhur ve ayin maksatlı içecekler arasındaki ortak nokta, bütün bu farklı unsurların pineal bezi ya uyarması, ya da bu bezin salgıladığı hormonlara benzer sonuçlar uyandırmasıdır.
Pineal bezin salgıladığı Melatonin dışında pinolin ve Dimetil-triptamin (DMT), 5MeO gibi moleküller, insana sentetik olarak mistik zevk ve metafizik hazlar verirler. Eskiden bazı evlerin duvarlarını süsleyen üzerlik bitkisinde (peganum harmala) bulunan harmin ve harmalin maddesi, pinealin salgıladığı pinolinle aynı kimyasal yapıya sahiptir. Pineal bezin düzenli faaliyette bulunması, sıkıntı, bunaltı, bunama, stres, kanser, yaşlanma, hipertansiyon ve birçok psikolojik rahatsızlığa karşı doğal bir koruma sağlamaktadır.
İşte tam da burada DMT molekülünün beynimizde, bilinç düzeyinde neler yaptığına biraz bakmak gerekiyor. Aslında DMT molekülü, proteinlerin önemli bir yapıtaşlarından birisi olan triptofan aminoasidinden iki ayrı enzim yoluyla elde edilir. Ve bu tüm canlılarda sentezlenen asıl metabolizmanın önemli bir parçasıdırlar. Bitkilerde, doğada yaygınca bulunurlar. Taşıdıkları anlam bilinmemekle birlikte, bitkilerin doğadaki diğer organizmalarla olan bağlantılarının bu DMT ile sağladıkları düşünülmektedir.
Peki, insanlardaki işlevleri nelerdir? Kâinattaki tüm bilinen canlılarda olduğu bilinen DMT’nin insanın evrendeki tüm canlılarla(varlıkla) arasındaki ortak bir dil olabileceği düşünülmektedir. Hatta belki de Dünya gezegenimiz ve diğer gezegenler, galaksiler ve bilinen tüm varlık ile ortak rezonans dili olabileceği ileri sürülmüştür.
DMT iki ayrı dünyaya iki zıt âleme kapı açabilmektedir. DMT fiziksel bir molekül olarak dış dünyayı (afak), fizyolojik etkileri açısından ruhumuza/içimize pencere açan iç dünyamızı (enfüs) aydınlatır. DMT ve benzer etki gösteren diğer moleküllere genel olarak tıp literatüründe Psikedelik denilir. Köprüaltı yavrularımızın gerçeklerden kaçmak için (belki de sevgi/şefkat arayışı) çektikleri uçucu (halüsinojen) kimyasallar de gereğinden fazla ve sürekli solunarak alınırlarsa DMT gibi benzer etkiler oluştururlar (bu yüzden suiistimal edilmeleri çok kolaydır).
DMT vb. moleküller biz insanları bilimden-ruhsal dünyaya taşıyan uyarıcıdırlar. Bu yüzden epifiz, birçok Ezoterik fizyolojik otorite (insanın manasının fizyolojik karşılıkları/hikmetleriyle ilgilenen bilim adamları) tarafından ilgi ve önemle incelenmiştir.
Bazı bilim adamlarına göre stres sırasında pineal bez çok önemli oranda DMT hormonu salgılar. Hatta meditasyon, oruç tutmak, uzlete çekilmek, ilahî söylemek, sükutla içimize yönelme (az konuşma) sırasında pineal bez aktivasyonu artar ve DMT seviyesinde bir patlama oluşabilir. Yoğun meditasyon sonuçları ile DMT vb. moleküllerin (psikedelik) etkileri birbirine çok benzer. Tarih boyunca insanoğlunun deneyimlediği halüsinasyonlarda (varsanı/olmayan şeyi görmek veya işitmek veya hissetmek) DMT nin önemli bir payı vardır. Yalnız şunların da çok kolaylıkla halüsinasyon oluşturduklarını unutmayalım:
Bir konuya, duyguya, fikre aşırı yoğunlaşma-odaklanma, imajinasyon için beyni aşırı zorlama, açlık, her tür travma, yalnızlıktan oluşan duygusal durum, hayal gücü, rüya.
Halüsinojen dediğimiz bazı uçucu kimyasallar(solventler) ve bazı anestezik maddeler(Ketalar vb.) halüsinasyonlara yol açabilirler. Dolayısıyla bu vb. moleküllerin genel etkileri hep epifizin uyarılmasıyla meydana geldiği düşünülmektedir. Yüksek miktarda salgılanan DMT hormonu da aynı şekilde etki göstermekte (psikedelik etki) ve insanın ayaklarını yerden kesmekte, belki de bu yüzden gerçekten kaçan insanlar tarafından suiistimale uğrayabilmektedir. Hatta ketalar ile anestezi verilerek yapılan küçük ameliyatlarda kişiler bedenden ayrılma hissini sıklıkla yaşamakta ve kendilerini uzayda mekansız, zamansız ve tarif etmekte zorlandıkları bir (bazıları için rahatsız edici) bilinç deneyiminden bahsederler. Bu DMT hormonunun düşük düzeyleri ise psikedelik etkinin tam tersine durgun-donuk gri renkli mekanik ve anlamsız bir dünya oluştururlar (rutin hayat algısı sırasındaki duygu-durum).
Bazı Yahudi âlimlerin yüzyıllardır biriken kadim uygarlık şifrelerine göre Epifizin aktif faaliyeti, ruhun insan bedenine giriş-çıkışını kolaylaştırdığı yönündedir. Mistik deneyimler yanında ölüme yakın deneyimler de DMT salgılanmasını artırırlar.
Amazon yerlilerinin dinî ritüellerde binlerce yıldır kullandıkları çok yüksek enerji içeren Ayahuska bitkisi de DMT içermektedir. Çeşitli yollarla alınan Ayahuska görsel hallüsinasyon yapar ve 1,5-2 saat boyunca kişinin ayaklarını yerden keserek gerçeklik algısını bozmaktadır. Bu insanlar kullandıkları bu bitkiyle doğayla, bitkilerle ve hayvanlarla ortak bir dil kullandıklarını ifade etmektedirler.
DMT etkisi, bedenden ayrılmış bilincin mümkün olduğunu açıkça göstermektedir. LSD ve meskalin gibi psikedelikler de DMT etkileri oluşturabilmesine rağmen DMT bilinen en güçlü ve en temel psikedeliktir.
1980 yılında Dr. Strassman tarafından orijinal bir makale olarak yayınlanan klinik çalışmaya göre DMT, ilk kez onlarca gönüllü insanlar üzerinde kullanılarak denendi. Ve 1995 de tamamlanan gönüllü insanlardaki bu çalışma; DMT’nin özellikle kardiovasküler, otonomik ve nöro-endokrinolojik etkileri hakkında insanların kendi öznel/içsel deneyimlerini ortaya çıkardı. Bu çalışmada DMT’nin gönüllüler üzerinde en sık ve ortak etkisi bedenden ayrılma hissiyle birlikte zamansızlık ve mekânsızlık algısıydı. Yine en önemli bir ortak deneyim de yaklaşık 15 dakika süren ayılmalarına kadarki süreyi sonsuzca bir zaman olarak hissetmeleri ve kelimelerle tarif edemedikleri çok yüksek düzeyde mutluluk hissetmeleriydi. Aslında hepsinin yaşadığı bilinç-üstü deneyim gerçekte beyin kimyasının değişmesinden başka bir şey değildi.
TARİHİ |
M.Ö. 4’ncü yüzyılda Yunanlı anatomi uzmanı Herophilis’in ‘düşünce akışını düzenleyen büzücü kas’ adını verdiği Epifiz Antik Mısırda ve bazı eski uygarlıklarda yaşamın kozalağı veya üçüncü göz olarak tabir edilirdi. Kozalak olarak sembole edilir ve pek çok kutsal cisimde ve yerde bulunur: Epifiz bezi ta Sümerlerden bu yana biliniyor ve bu bezin sembolü olan çam kozası figürü, bu toplumlar tarafından muhtelif şekillerde resimlendiriliyordu. Bu resimleri Buda’nın Kalpağında, Mısır duvar resimlerinde, Sümer Tanrılarının kalpağında, Asur Krallıklarında, Yunan Tanrılarında, Vatikan’ın önünde ve Papa’nın asasının başında, Mason Localarında hatta Hitlerin masasında ve Güney Amerika yerlilerinde görüyoruz.
Kadim Uygarlıklar tarafından çok iyi bilinen ve çok verimli kullanılan Epifiz bezi için 17.yüzyılda Feylesof Descartes “Bedenle-Ruh arasında bir geçiş kapısıdır” demiştir. Zamanla maddesel bilim ilerledikçe Epifiz bezi gerçeği göz ardı edilmeye başlanmış, bu konuya bilim ilgisiz kalmıştır. 1958 yılında Amerikalı dermatolog Aaron Bunsen Lerner, Epifiz bezinden Melatonin hormonunu ayırınca, Epifiz bezi bilimin gündemine girdi ve o yıldan sonra, özellikle 1960’lı yıllarda, bu bez üzerinde yoğun çalışmalar başlatıldı.
“Yaşam Çiçeğinin Unutulmuş Sırrı” kitabının yazarı Drunvalo Melchizedek’in ifadesine göre antik zamanlarda Epifiz bezi çok yoğun bir şekilde kullanıldığı dönemlerde pinpon topu büyüklüğünde idi. Daha sonra insanlar onu nasıl kullanacağını unuttuğu ve melekesini kaybettiği için, şimdi kurumuş bezelye boyutuna inmiştir demektir
Yine yazarın ifadesine göre, “Hinduların Prana ismini verdiği, evrenin yaşam gücü enerjisi, Epifiz salgı bezinin merkezinden akardı. Şekli gözümüz gibi yuvarlaktır. Bir tarafı açık olan bu organın içinde ışığın odaklanmasına yarayan bir mercek vardır. İçi boştur ve içinde renk alıcıları vardır. Her ne kadar henüz bilimsel olarak ispat edilememişse de, öncelikli görüş alanı yukarıya, göklere doğrudur. Epifiz bezi hep evrene yukarıya bakmakta olup, yere, dünyaya doğru bakmaz. Epifiz bezinin bu ufacık hacminin içinde tüm kutsal geometri ve tam olarak gerçeğin nasıl yaratıldığı ile ilgili anlayış gizlidir. Hepsi orada, her bir insanın içindedir”.
Eski zamanlarda inisiye kişiler Epifiz bezini etkin bir şekilde, uzmanlık derecesinde kullanabildikleri için farklı boyutlarla ilişki kurabildikleri gibi, evreni de çok doğru bir şekilde anlayabiliyor ve algılayabiliyordu. Bugüne gelindiğinde insanlık bir psişik düşüş dönemi yaşamakta, tamamen maddesel bilimlere odaklandığı ve mistisizmi bilim dışı kabul ettiği için, geçmişteki insanların sahip olduğu bu özellikleri benimseyerek Epifiz bezini tam kullanamıyorlar.
Eski insanlar evreni ve evrende olup biteni, bugünün insanlarına göre daha iyi kavradıkları için, Epifiz bezini Ruh ve Beden arasındaki bir köprü gibi kullanmışlar; kullandıkça da Epifiz bezi hacmi hep büyük kalmış ve ona göre de daha çok salgıda bulunmuş. Kullanımı yavaş yavaş değerini kaybettikçe, bu bez de tembelleşmiş,
Epifiz bezinin ruhumuzun evi, evrene ve daha yüksek boyutlara açılan kapı olduğuna inanılmaktadır. Yapısı itibari ile göz yuvarlağına çok benzediği için aynı zamanda “Üçüncü Göz” yada “Akıl Gözü” denilmektedir. İç yapısı retina ile benzerlik arz etmektedir. Bu nedenle Epifiz bezine “her şeyi gören göz” adını verdiler ve bunu 1 Amerikan Doları’nın üstünde resmettiler. Aynı göz resmini mason amblemlerinde, Antik Mısır’ın duvar resimlerinde ve Horos’un Gözü resimlerinde de görebiliriz.
GÜNMÜZDE |
Bugün insanların çoğunluğu Epifiz bezini kullanamadıkları için eski insanların sahip olduğu mistik güçlere sahip olamamakta ve başka boyutları algılayamamaktadırlar. Epifiz bezi beynin en karanlık bir noktasında olmasına rağmen kendiliğinden ışığa duyarlıdır. Gözlerimizin retinasına ve alın çakramıza bağlı sinirler vasıtası ile ışıkla beslenmektedir. Fiziksel dünya ile manevi alemler ve yüksek frekanslar arasında bağlantı görevi yapmaktadır. Eğer Epifiz bezi uyandırılabilirse, öğrenme ve hafıza yeteneklerimizi güçlendirir. Sezgimizi, ilmimizi ve yaratıcılığımızı geliştirebilir. Şifa verme yeteneklerini tetikleyebilir ve mutluluğu artırır. Daha üst boyutlarla irtibatımızı sağlayarak insanların spiritüel yeteneklerini güçlendirir.
Bu hususlar tıbbi deneylerle de tespit edilmiştir.Epifiz bezinin bu özelliklerini ve bizim güç kaynağımız olduğu gerçeğini bilen ve yönetimi ellerinde tutan bazı siyasiler, İlluminati gibi aileler, mason dernekleri, Vatikan ve eski inisiye kişiler bunu biliyorlardı. Bu nedenle de bu gruplar hep Epifiz gerçeğine sahip çıktılar ve çıkmaktadırlar. Bu elit tabaka halen Epifiz bezinin güç kaynağına sahip çıkarak, kendi yeteneklerini korurken, insanlığın çok büyük bir kısmının bu yeteneklere sahip olmasının önüne geçen ve bu insanların Epifiz bezini körelten kimyasalların Fulorur gibi üretimini ve geniş bir yelpazede kullanılmasını teşvik ettiler.
son yıllardaki sulara karıştırılan sodyum florür, diş macunlarına ve çeşitli gıdalara karıştırılan flor kimyasalları ile kireçlenerek çok ufalmış ve fonksiyonunu yitirir hale gelmiştir. Bilindiği üzere Epifiz bezi floru bir mıknatıs gibi üzerine çekmekte ve florda Epifiz bezini süratle kireçlendirerek orijininde yumuşak ve elastik olan bu organı kemikleştirmekte ve fonksiyonunu icra edemez hale getirmektedir. Bu tüketim çarkından da kendimizi kurtaramadığımız için, Epifiz bezimizi körleştirmiş bulunuyoruz. Bu elit tabakanın istediği de zaten böyle olması. Zira toplumun çok büyük bir kısmının uyanışa geçmesi istenmiyor. Çünkü uyanmış bir toplumu yönetmek çok zor olacağı gibi kendi güçlerini de paylaşmak istemiyorlar. Epifiz bezinin yarattığı gücü sadece kendileri kullanmak istiyorlar. Halkın Epifiz bezini körleştirirken, kendilerininkini daima uyanık tutuyorlar. Böylece de toplumları daha kolay yönetmeyi umuyorlar. Uyanmış ve uyanık bir toplum istemiyorlar.
Yaşar ÖZKAN ve Ömer Hakan YAVAŞOĞLU
4-DÜŞÜNCENİN FOTOGRAFI |
TED SERİOUS, bir otel odasında sandalyede oturuyordu. Elinde bir polaroid fotoğraf makinesi vardı. Objektifi kendine doğru çevirmişti. Bir süre gözleri kapalı olarak durdu. Derken, makinenin flaşı patladı. Odada bulunan araştırmacı Dr. Jule Eisenbud, hiç zaman kaybetmeden makineyi Serious'tan aldı. Bir kaç saniye sonra, makinenin arkasından fotoğraf kağıdı çıktı. Sonuç inanılmazdı. Ted Serious'ın yüzü yerine bir bina görülüyordu.
Ted Serious' n oluşturduğu renkli düşünce fotoğraflanndan biri. Serlous bu deneyde,Denver'daki Hilton Oteli'nin bir görüntüsünü oluşturmak istiyordu.Fakat ortaya Chİcago Hilton'un görüntüsüçıktı (Yukarda).
Ted Serious, Chicago'daki bir otelde kat hizmetçisi olarak çalışıyor. Sigara tiryakisidir . Sık sık içki kullanır. Fakat, dünyada eşine az rastlanır çok özel bir yeteneği var. Serious, bu yeteneğinden ötürü bir unvan kullanıyor: Düşünce fotoğrafçısı.
Dr. Jule Eisenbud, Colorado Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde psikiyatri doçentliği yapıyor. öte yandan parapsikoloji araştırmalarıyla da tanınıyor. Dr. Eisenbud, Serious'taki bu normal ötesi yeteneği fark edince, onunla çok ilgilendi. Çünkü sonuçta fotoğraf kağıdı gibi somut bir kanıt elde ediliyordu. Bu bakımdan uzun yıllar Ted Serious'ı yoğun bir şekilde inceledi. Hatta bu konuya ilişkin bir kitap bile yayınladı: "Ted Serious'ın Dünyası" ·
Önceleri önemsenmiyor
1964 Nisan'ında Ted Serious, Chicago'da Dr. Jule Eisenbud ile tanıştığında oldukça içliydi. Dr. Eisenbud, düşüncelerinin fotoğrafını çektiğini iddia eden bu adamı o zamanlar pek önemsenmemişti. Serious'ın iddialarını sarhoş zırvası olarak nitelendiriyorlardı. Aslında, Dr. Eisenbud düşünce fotoğrafçılığı ile ilgili. daha önce birtakım bilgiler edinmişti. Fakat elde edilen görüntülerin film hatası olabileceği görüşü çok yaygındı. Dolayısıyla Dr.Eisenbud da dahil çoğu kişi, bu konuda ciddi bir araştırma yapmaya gerek görmüyordu .
Sahtekarlıkla suçlanıyor
Ted Serious gerçekten düşüncelerirıi fotoğraf kağıdı üzerine yansıtabilir mi? Çoğu araştırmacı bu fotoğrafları kuşkuyla karşılıyor . Hatta, daha da ileri gidip, Serious'ı açıkça sahtekarlıkla suçlayanlar bile var. Fakat bu kişiler kendinden o kadar eminler ki, herhangi bir araştırma yapmaya dahi gerek duymuyorlar ... Aslında Ted Serious'ı bu şekilde eleştirenlerin iddialarını dayandırdıkları bir nokta var. O da şu: Ted Serious'ın ilk ürettiği düşünce fotoğraflarında, bu işi gerçekleştirmek için sadece makinenin objektifine bakarak konsantre olması yetiyordu.
Esrarengiz bir cisim kullanıyor
Fakat sonraları bir cisim kullanmaya başladı. Serious'a göre bu cismin niteliği pek önemli değil. Bunun, kendine daha çok şans getirdiğine inanıyor. Nitekim, kimi zaman küçük plastikten bir silindir, bazen de bir kağıt parçası kullanıyor. Serious bu tür cisimleri, düşündüğü şeyden başka bir şeyin görüntüye girmesirıi engellemek amacıyla kullandığını da belirtiyor. Sözgelimi konsantrasyon sırasında parmaklarını hafifçe makineye değdiriyor. Böylelikle, kullandığı cisim objektifi örtüyor. Dolayısıyla parmakları da fotoğrafta çıkmamış oluyor.
Cismin içinde ne var?
Fakat çoğu kişi, burada bir art amaç arıyor. Onlara göre Serious'ın kullandığı bu cismin işlevi başka. İddiaya göre Serious silindirin içerisine bir mikrofılm ya da slayt yerleştiriyor. Böylece o görüntüler ortaya çıkıyor. Bu tür iddia sahiplerinden iki kişi, Charles Reynolds ve David Eisendrath, bu amaçla bir aygıt geliştirdiler. Aygıtın içine yerleştirilen bir slayt aracılığıyla tıpkı Ted Serious gibi bir düşünce fotoğrafı elde ettiklerini ileri sürdüler.
İddialar çürütülüyor
Fakat Dr. Eisenbud ve onun gibi düşünen diğer araştırmacılar hiç de aynı görüşte değildiler. Çünkü bu kişiler zaten Serious'ı bir düşünce fotoğrafı oluştururken yeterince denetliyorlar. Dolayısıyla herhangi bir sahtekarlık ihtimalinin kesinlikle olamayacağını belirtiyorlar. Bu durumda Serious'ın, kullandığı cismin içerisinde mikrofilm, slayt ya da benzeri bir nesne yerleştirmesi pek mümkün görünmüyor.
Serious cismi saklamıyor
Tüm bunlara ek olarak, Ted Serious kullandığı bu cismi araştırmacılardan saklamıyor. Deneycilere cismi ellerine alıp inceleme olanağı veriyor. Yapılan incelemelerde cismin içerisinde, iddia edildiği gibi bir mekanizmaya da hiç rastianmadı. Genellikle deneyler sırasında kısa kollu gömlek giyiyor. Bu durumda, kollarının içine herhangi bir diğer cisim saklaması da söz konusu değil. Üstelik yapılan birçok deneyde de, bu cismi ve fotoğraf makinesini, Ted Serious değil de araştırmacı kendi ellerinde tuttu.
"Sahtekarlığa rastlamadık"
Amerika'nın önde gelen psişik araştırmacılarından Dr. J. G. Pratt ve Dr. lan Stevenson, Ted Serious ile birçok deney yaptılar. İzlenimlerini şöyle belirtiyorlar:" Bizler,Tedile yaklaşık 800 deney yaptık. Bu deneylerin hiçbirinde dikkatle izlediğimiz halde herhangi bir sahtekarlığa rastlamadık. Deneyden önce ya da sonra,kullandığı cismi kurcalamadıgını bizzat gözlerimizle gördük."
1965 Mayıs'ında yapılan bir başka deneyde çok ilginç bir olay gözlemlendi. Serious, o çalışmada 11 tane fotoğraf oluşturdu. Fotoğrafların tümünde bir dükkan tabelası göze çarpıyordu. Özel likle iki tanesinde, tabeladaki büyük harfli bir yazı açıkça okunuyordu: "The Old Gold Store". Yapılan araştırmalarda söz konusu dükkanın Colorado şehir merkezinde turistik eşya satan bir yer olduğu saptandı. Fakat işin ilginç yanı dükkanın adı "Old Wells Fargo Express Office" idi.(Alta)
Serious'ın düşünce fotoğrafındaki, The Old Gold Store ise aynı dükkanın yıllar önceki adıydı. Dr. Eisenbud bu bilgiyi dükkanın şimdiki sahiplerinden edinmişti. Israrla aramasına rağmen, dükkanın ilk günlerini gösteren, dolayı sıyla eski tabelanın yer aldığı bir fotoğraf bulamadı. Bu tür bir yanlışlığın nedenini anlamak ise mümkün olmadı.
Nedeni anlaşılamıyor
Fotoğrafların birinde bir diğer garip yanlışlık daha vardı. Bu bir harf yanlışlığı idi. "O" harfi yerine "W" harfi görülüyordu. Yazı şöyleydi: "The Wld Gold Store". Dr. Eisenbud bu "Wld" sözcüğünün, dükkanın yeni adı içinde yer alan "Wells Fargo" ile karıştırıldığını düşünüyor. Fakat Serious'ın neden böyle bir hata yaptığı konusunda bir fikri yok!
Ted Serious buna benzer bir yanlışlığı başka bir zamanda yine yaptı. Bu kez oluşturduğu düşünce fotoğrafı ise, resmi bir kuruluş ile ilgiliydi. Kuruluşun adı, "Royal Canadian Mounted Police" idi. Serious'ın fotoğrafı sözcüğünün, dükkanın yeni adı içinde yer alan "Wells Fargo" ile karıştırıldığını düşünüyor.
Fakat Serious'ın neden böyle bir hata yaptığı konusunda bir fikri yok!
Ted Serious buna benzer bir yanlışlığı başka bir zamanda yine yaptı. Bu kez oluşturduğu düşünce fotoğrafı ise, resmi bir kuruluş ile ilgiliydi. Kuruluşun adı, "Royal Canadian Mounted Police" idi. Serious'ın fotoğrafı ya da slayt üzerinde oynayarak bu tür harf yanlışları yapmak, Ted Serious gibi sıradan birinin kesinlikle başaramayacağı bir iştir.
Binlerce yıllık görüntüler
Özellikle "The Wld Gold Store" olayı gerek Dr. Eisenbud'ın, gerekse diğer araştırmacıların çok ilgisini çekti. Demek ki, Serious geçmişle ilgili düşünce fotoğrafları oluşturabiliyordu. Bu düşünceden hareketle Ted Serious'ın dünyanın ilk zamanlarına ait bazı görüntüler oluşturabileceği düşünüldü . Bu amaçla, Dr. Eisenbud , Denver'daki Ulusal Tarih Müzesi'nde bir deney yapmaya karar verdiDeney, 27 Mayıs 1967'de Müzenin neolitik ve paleolitik tarih bölümünde yapıldı. Bu bölümde, insanların o dönemdeki yaşayışlarını simgeleyen yapay sahneler vardı. Herkes, Serious'ın bin lerce yıl öncesine ilişkin özgün görüntüler oluşturacağını tahmin ediyordu. Nitekim, beklenen gerçekleşti de. Düşünce fotoğraflarından birinde, ateş yakmaya çalışan bir mağara adamı gö rülüyordu.
Bu şekilde birçok fotoğraf elde edildi. İçlerinden en ilginci yere çömelmiş durumda bir insan idi. Fakat izleyicilerin arasında bulunan Colorado Koleji antropoloji profesörlerinden Marie Wormington, bu sahneyi hemen tanıdığını belirtti. Bu görüntünün aynısı Chicago'daki Ulusal Tarih Müzesi'nde vardı.
Uzman fotoğrafçılar inceliyor
Tüm bunlardan sonra Serious'ın sahte fotoğraflar oluşturduğu düşünülebilir mi? Düşünce fotoğrafçılığı, parapsikoloji bölümünde yeni bir alan. Bu konuda elde edilen bulgular , yani fotoğraflar yoğun bir şekilde inceleniyor. Özellikle Serious'ın fotoğrafları, laboratuvarlarda gelişmiş çağdaş tekniklerle çeşitli açılardan değerlendiriliyor .
Hile yok
Fotoğrafları inceleyen profesyonel fo toğrafçılar ve diğer uzmanlar, bu nor mal ötesi görüntülerin herhangi bir hile ile oluşturulmasının kesinlikle mümkün olamayacağım belirtiyorlar.
Gizem çözülecek mi?
Düşünce fotoğrafçılığının işlevi, bu konuda bir takım teoriler öne sürmekle birlikte , tam olarak açıklanabilmiş değil. Gizem çözüldüğünde, insanın bilinmeyen yönlerinden biri daha açıklığa kavuşturulmuş olacak!
Düşünce fotoğrafçılığı olanaksız gibi göründüğü için sürekli tartışılan bir konu oldu. Bu konuda ilk ciddi çalışma ve . .raştırmaları Ja pon bilim adamı profesör Tomokichi Fukurai yaptı. Prof Fukurai, 1910'da insan düşüncesinin, gümüş tozuna emdirilmiş duyarlı bir fotoğraf kağıdını etkileyebileceğini keşfettiği zaman, buna "düşünce grafiği" adını verdi. Sonraları "nengraph" sözcuğü kullanıldı. Nen, Budistçede bir şeyler oluşturabilecek güce sahip ruh ya da cevher demektir.
Düşünce fotoğrafçılığı, insan zihninden yayılan düşünce dalgalarının, duyarlı bir fotoğraf kağıdına aktarılmasıdır. insan zihninin, tıpkı telepatide olduğu gibi, belirli bir konsantrasyon ile çeşitli yoğunluklardaki düşünce ya da görüntü yayınında bulunduğu biliniyor. Telepatide iki bilinç arasında olan bu iletişim, düşünce fotoğrafçılığında bilinç ile fotoğraf kağıdı arasında söz konusu olmaktadır. Özellikle zihinde canlandırılan, tasarlanan şekiller, fotoğraf kağıtları üzerinde sanki maddeselmiş gibi somut iz bırakırlar.
Bazı ruhçular, (Örneğin Türkiye Metapsişik Tetkikler ve İlmi Araştırmalar Derneği Başkanı Ergün Arıkdal), düşünce fotoğrafçılığının işlevini şöyle açıklıyorlar: Bir insanın sinir merkezlerinden parmak uçlarına kadar uzanan sinirlerdeki akışkan enerjiler, ruhun imajlarını Maddeler üzerine taşırlar.
UYKU VE UYANIKLIK ARASI |
Uyku - Uyanıklık arası, tam uyanmadan önceki (hipnopompik) ve aynı zamanda, uykuya dalmadan önceki (hipnogojik) yarı uyku hali olup, ayırt edici özellikleri, beyindeki neo-korteks tabakalarının etkin olmaması, yani duyu organlarından bilgi gelmemesi ve beynin alfa dalgaları yayınlamasıdır. Halk arasında tavşan uykusu olarak da bilinir.
Uyku-uyanıklık arası denilen bu yarı uyku hali doğal olarak meydana geldiği gibi, çeşitli yöntemlerle (zen, meditasyon, yoga, uyaranların azaltılması, gevşeme vs.) yapay olarak da oluşturulabilir. Uyku-uyanıklık arası halinde, göz kapakları kapalıyken gözyuvarların hareket etmeleri sözkonusu olabilir ki, bu göz hareketleri rüya görüldüğünü gösterirler. Kimi zaman paranormal algılamaların meydana geldiği rüyalarda imaj ve seslerin duyusal (beş duyu yoluyla) değil, zihinsel algılanması sözkonusudur. REM uykusu). Uyku-uyanıklık arası, şuuraltı kapısının açıldığı hal olarak da belirtilir.
Metapsişik incelemelerde ve oto-hipnozda (kendi kendine hipnoz) yararlanılan uyku-uyanıklık arası halin yapay olarak oluşturulmasında monoton davul sesleri, bir mantra tekrarı, belirli bir nefes ritmini koruma, zihni boş tutma gibi çeşitli yöntemler kullanılabilir.
Sufilik, zen, meditasyon, yoga ve sistemlerindeki çalışmalarda uyku-uyanıklık arası hal çeşitli gevşeme teknikleriyle elde edilir. Çeşitli uyuşturucu maddeler de benzer etkiyi yaparlar.
Uyku-uyanıklık arası halindeki kişi bir rüya gördüğünde, (paranormal bir algılama yoluyla) zihinsel bir yanılsamayla gördüğünü bir rüya olarak değil, tersine gerçek olarak yaşamış olduğu olaylar şeklinde algılar. Buna verilebilecek en başta gelen örneklerden biri astral seyahat deneyimidir. Bu tür bir deneyimi yaşayan bir kişi, genellikle ruhunun bedeninden ayrılarak çeşitli yerlere seyahat ettiğini görür. Bütün bunları uyku-uyanıklık arasındaki bir durumdayken bir rüya yoluyla yaşamış olmasına rağmen, bütün bunları gerçekten yaşadığına inanır. Gerçekte ise bu kişi yalnızca bir rüya görmüştür. Uyku-uyanıklık arası durumundaki bir kişinin bilincine yapılan paranormal bir etkiyle kişinin bilincinin etki altına alınmasının diğer bir adı transa girmedir. Kişilerin bu durumdayken yaşadıkları deneyimler başkalarınca genellikle halusinasyonlar olarak görülürek inandırıcı bulunmazlar.
Zihnin uyku-uyanıklık arasındaki durumu paranormal etkiler için elverişli bir durumu ortaya çıkarır. Bunun bir nedeni zihnin bu durumdayken yaşadığı zihinsel deneyimleri gerçek deneyimler olarak algılamasıdır. Diğer bir nedeni ise, zihnin bu durumdayken paranormal etkiye açık olmasıdır. Çünkü zihindeki düşünceler bu haldeyken boşalmış ve dışarıdan kontrol edilebilir hale gelmiştir. Paranormal bir etkinin sağlanabilmesi için, insan zihnindeki düşüncelerden oluşan karmaşıklığın azaltılması gereklilik gösterir. Bu nedenle herhangi bir paranormal bir etkiye açık olunabilmede uyku-uyanıklık arası hali son hedef olmayıp, asıl hedef olan zihnin boşaltılmasına aracılık eden ara bir durumdur. Hipnoz, meditasyon, yoga ve benzeri teknikler yalnızca bu ara durumun (uyku-uyanıklık arası hali) ortaya çıkmasına yarayan araçlardır. Uyku-uyanıklık arası hali ise zihnin karmaşık düşüncelerden arındırılmasına ve bu şekilde dışardan gelen paranormal etkilere (paranormal algılamalara) uygun bir durumun oluşmasını sağlar.
Uyku-uyanıklık arası hali yapay olarak oluşturulabilinmekle birlikte, doğal olarak ta ortaya çıkan bir durumdur. Bu hal kişilerin uykuya dalarken ve uykudan uyanırken de kendiliğinden oluşan bir haldir. Bunun dışında narkoz etkisiyle ya da başka nedenlerle bayılmalarda da bu halin ortaya çıkması sözkonusudur. Çok bilinen bazı örnekler, ameliyat masasında narkozdan ötürü baygın olarak yatan ya da kalbi durduğu için öldüğü sanılan kişilerle ilgili yaşanmış deneyimlerdir. Bu durumdaki bir kişinin zihni boşalmış bir haldedir ve dışardan gelen paranormal algılamalara açık bir konumdadır. Bu durumdaki bazı kişilerin bu sırada yaşamış oldukları bazı paranormal algılamalar sıklıkla ölüm-ötesi deneyimi adı verilen deneyimleri oluştururlar. Bu deneyimleri yaşayan kişiler yaşadıkları deneyimlerinde, genellikle ruhlarının bedenlerinden ayrılarak öbür alem denilen bir yere gittiklerini, burada bazı ölmüş başka kişilerin ruhlarıyla (genellikle kendi akrabalarıyla) ve bazı ruhani varlıklarla karşılaştıklarını iddia ederler. Bu şekilde yaşanan deneyimlerden, çoğunlukla ruhun ölümsüz olduğu ve bedenden ayrı olarak bilinçli bir şekilde yaşayabileceği görüşleri ortaya çıkar. Ancak bu görüşler herkesçe kabul edilmez ve bu tür deneyimleri yaşamış kişilerin kendi zihinlerinde oluştuğu düşünülen halüsinasyonlar olarak görülürler.
Uyku-uyanıklık halindeyken elde edilen paranormal algılamalar, dinsel ve ruhçulukla ilgili alanlardaki bazı kişilerin yaşamlarında önemli bir yer tutar. Ruhçuluk alanında bu algılamaları yaşayanlar genellikle medyumlar ve benzeri özellikteki ruhçulukla yakından ilgisi bulunan bazı kişilerdir. Dinsel alandaki bu türden kişilere ise keramet sahibi evliyalar gözüyle bakılır. Birçoklarınca paranormal algılamaları olan bu tür kişiler peygamber olarak sayılmamakla birlikte, Tanrı katından ilhamlar aldığı düşünülen, keramet sahibi yüce insanlar olarak görülürler.