ULU ÖNDER MUSTAFA KEMAL ATATÜRKÜN GİZEMLERİ |
Türkiye Cumhuriyeti kurucusu Mustafa Kemal Atatürk´ün olağanüstü yaşamı boyunca başından son derece ilginç ve gizemli olayların geçtiği biliniyor. Bu sayfamızda da bunların bir kısmına yer vermeye çalışacağız. Zaman içinde bunlara bulduğumuz yenileri de ilave olacak. Hepsini yanyana getirdiğimizde Atatürk´ün üstün şahsiyetinin yanısıra birde olağanüstü ve bilinmeyen bir yanının da olduğu gözler önüne serilmiş olacak.
İLK BAŞ KALDIRIŞI |
Atatürk, oldu olası Arapça derslerinden, yere bağdaş kurarak oturmaktan ve dizleri üstünde durarak yazı yazmaktan hiç memnun değildi.Yine dizlerinin üstünde durmaktan dizlerinin ağrıdığı bir gün ayağa kalkarak dersi ayakta dinlemeye başladı.Fakat bu seferde hocası bundan memnun olmamıştı ve Atatürk´e yerine oturmasını söyledi.Atatürk ise dizlerinin ağrıdığını ve oturamayacağını söyledi. Bunun üzerine hocası sinirlenip, deliler gibi haykırarak ;
"Neee bana karşımı geliyorsun " dedi.
Atatürk bunun üzerine ;
"Evet karşı geliyorum" dedi.
Tam bu anda diğer bütün çocuklarda ayağa kalkıp ;
"Evet karşı geliyoruz" diyerek aynı sözleri tekrarlayınca,hoca ne yapacağını şaşırarak onlarla uzlaşmak zorunda kalmıştı. Bu onun ilk baş kaldırışıydı. Liderlik vasfının ve kitleleri peşinden sürükleyen karizmasının ilk ortaya çıkışıydı.
ATATÜRK´ÜN ÖN GÖRDÜĞÜ OLAYLAR |
Atatürk 1931 yılında,2.Dünya savaşı´nın patlamasının yakın olduğunu söylemiş ve bu konudaki düşüncelerini General McArthur´a şöyle anlatmıştı.
"Versay antlaşması,1.dünya savaşı´na yol açan nedenlerden hiçbirini ortadan kaldırmadı.Tersine rakipler arasındaki uçurumu büsbütün derinleştirdi.Şimdi içinde yaşadığımız barış dönemi,sadece bir ateşkesten ibarettir.Avrupa´nın geleceği Almanya´nın alacağı tavra bağlıdır."
General McArthur´a göre,savaşın 1940-1945 yılları arasında çıkacağını söyleyen Atatürk,Almanya´nın ancak Amerika´nın savaşa katılması ile yenileceğini ifade etmiştir.
Atatürk hayatının sonlarına doğruda şöyle diyordu ;
"Bir dünya savaşı yakındır.Bu savaş sonucunda, dünyanın durumu ve dengesi baştanbaşa değişecektir."
ATATÜRK, Mussolini hakkında da şu görüşlerini açıklamıştı ;
Mussolini bir maceraperesttir.Milletini bir uçuruma sürüklemektedir.Her tarafa saldırıyor.Bu adam yüzünden,çok şımarmış olan bu millete dersini vermeyi çok isterdim.,lakin yakında bir küçük millet onlara layık olduğu dersi verecektir.Ve şunuda hatırlatırım ki,bir gün gelecek,Mussolini´yi kendi milleti linç edecektir."
Bu görüşleri aynen gerçekleşmiştir.
ATATÜRK´ÜN RÜYASI |
Atatürk´ün bir rüyasını da Dr.Reşit Galip Bey´den öğrenmekteyiz,
"Mustafa Kemal ,Ankara´ya geldikten bir süre sonra ilginç bir rüya görmüştü.Ertesi gün bana şöyle anlattı. ;
"Reşit Bey,rüyamda bana ´Paşam ,ınönü´den ne haber?´diye sordunuz.Bende ´vaziyet kritiktir´ cevabı verdim.´Kritik nedir? Anlamadım ki!´dediniz.Bende ´Bunun cevabını 15 dakikaya kadar veririm´ diyerek odama çekildim."
Mustafa Kemal bana bu rüyasını anlattığında düşman henüz ızmir´e çıkmamıştı,ınönü mevkii de henüz bir önem taşımıyordu.Aradan yıllar geçti 2.ınönü savaşı´nın kritik günlerinden biriydi.Mustafa Kemal´in arabası Millet Meclisinin önünde durdu.Hemen yanına koşarak,telaş ve endişe içinde, "Paşam ,ınönü´den ne haber?" diye sordum.
Aynen şu cevabı verdi ;
"vaziyet kritiktir"
O zaman ben ;
"Kritik nedir? Anlamadım ki!" dedim.
O da ;
"Sana bunun cevabını 15 dakikaya kadar veririm" dedikten sonra gülümsedi ve ;
"Hani Ankara´ya geldikten sonra bir rüya görmüşdüm,hatırladın mı?"
Hafızamı yoklayarak, rüyasını anlattım.Gülerek ;
"işte, rüya ayniyle vakidir.Ben ısmet´i tanırım,göreceksin 15 dakikaya kadar kendisinden muzafferiyet haberi alacağız."
Gerçekten de 5 dakika geçmeden bir telgraf gelmiş ve 2.ınönü savaşı´nın da zaferle sonuçlandığını öğrenmişlerdi...
DENEME UÇUŞU |
Uçakların ilk deneme ve gelişme dönemleriydi.Fransa´da yapılan bir uçakgösterisine katılan, birçok ulusun temsilcileri arasında, Osmanlı ateşesi olarak Mustafa Kemal´de katılmıştı.Gösteriyi izleyenler, sırasıyla uçağa bindirilerek gezdiriliyorlardı.Sıra Mustafa Kemal´e geldiğinde, gösteride bulunan ve genç ateşenin komutanı olan şahıs,birden bir rahatsızlık duyarak Mustafa Kemal´in uçağa binmesine engel oldu.Öteki temsilcilerle havalanan uçak kısa bir süre sonra düştü ve içindekilerden sağ kurtulan olmadı.
ATLANTİSATATÜRK VE "9" VE "19" RAKAMLARI |
Atatürk´ün hayatında "9" rakkamının kendine özgü önemli bir yeri olmuştur.Örneğin Atatürk´ün doğum yılı olan 1881 rakkamı, "9" rakkamı ile birçok ilşkiler göstermektedir.
1+8=9
8+1=9
18=2x9
81=9x9
18+81=99
19x99=1881
Atatürk´ün harb okuluna girdiği tarih : 1899
Vatanı kurtarmak için Samsun´a ayak bastı : 19/05/1919
Bandırma vapurunda yolcu sayısı 19 ´dur.
ıttihat ve Terakki´nin yıllık toplantısına Trablusgarp delegesi olarak katıldı : 22/09/1909
Sivas kongresinde Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Heyeti Temsiliyesini kurdu : 04/09/1919
Erzurum Mebus adaylığını kabul etti : 19/10/1919
TBMM tarafından kendisine gazi ünvanı verildi ve Mareşalliğe terfi ettirildi : 19/09/1921
Atatürk 19.yüzyılda 19 yıl yaşamıştır.
Atatürk 19.yüzyılın bitmesine 19 yıl kala doğmuştur.
Atatürk´ün ilk askeri görevi, 19.Kolordu Komutanlığıdır.
Mustafa Kemal Atatürk : 19 harften oluşmaktadır.
Mustafa Kemal Atatürk´ün nüfus cüzdanının numarası da 993814-B idi.
Bu sayı dizisindeki 938 rakkamı öldüğü yılı hatırlatmakta geriye kalan 9 ve 14 rakkamı da ölüm saatinin yakın bir benzeridir.
"Ne mutlu Türküm diyene" =19
"ıstikbal göklerdedir" =19
ATATÜRK´ÜN ÖNSEZİLERİ |
"Bunlar bir gün olacaktır...Görürsünüz,işitisiniz..."
Prof.Dr.Afet ınan "Atatürk hakkında hatıra ve belgeler" adlı kitabında ilginç bir hatırasını naklediyor. Atatürk 09 ocak 1936 Perşembe günü, dil ve tarih coğrafya fakültesi´nin açılış dersinde okuması için afet ınan´a :
"tarih belgelerinin ilerideki keşifleri buna dayanacaktır.Her tarihi kişinin söylediği sözler toplanabilecek ve böylece biz onları kendi seslerinden ve sözlerinden dinleyebileceğiz." diyerek yazıyı verir.
Buna karşılık Afet ınan :
"Bu çok uzak bir gelecekte belki olabilecek keşfin benim ifadem olarak verilmesine cesaret edemiyeceğimi" kendisine söylediğim zaman canı sıkıldı ve şöyle dedi :
"Bunlar bir gün olacaktır...Görürsünüz,işitirsiniz..."
30 yıl sonra :
Atatürk tarafından bu yazının verilmesinden 30 yıl sonra yine aynı ay ve günlere tesadüf eden,01 ocak 1966´ da şöyle bir haber yayımlandı :
"Venedik´in Saint Georges Adası´ndaki Benedictis Manastırı Labratuvarları´nda, manastır rahiplerinden Pellegrio´ nun yönetiminde,seslerin ayırımı esasına dayanan çok dikkate değer araştırmalar yapılmaktadır.ıtalya ıçişleri Bakanlığı,1962 ´de başlayan bu çalışmaları kontrol etmektedir.Fakat elde edilen sonuçlar halen açıklanmamıştır.Saint Georges Adası´ndaki bilim kurulunun geçmişe ait sesleri toplayacak,elektronik araçlar üretmeye çalışmakjtadırlar.Bilim adamları özellikle Demosten,Pitagor ve Jul Sezar´ın söylevlerinden kendi sesleri ile parçalar elde etmeye uğraşmaktadırlar."
Haberin sonunda ise daha açıklayıcı bilgilerin şu anda verilemeyeceğinden bahsediliyordu.
BİR BEDEVİNİN KEHANETİ |
İtalyanlar uzun süredir elde etmek istedikleri Trablusgarp'a (Bugünkü Libya) 1911 yılında saldırmışlardı. Osmanlı Ordusu Anavatanı'ndan uzakta çarpışıyordu. Bu sıralarda bir grup subay da savaşa katılmak için Bingazi şehrine gidiyordu. Bunların arasında Mustafa Kemal de bulunuyordu.
Yolda bir bedeviye rastladılar. Bu adam el falından çok iyi anladığını söyleyerek genç subayların fallarına bakmayı teklif etti. Hepsi avuçlarını gösterdiler. Talihlerini öğrenmek istediler. Sıra Mustafa Kemal'e gelmişti. Önce elini uzatmak istemedi. Arkadaşlarının ısrarı üzerine O da elini bedeviye uzattı.
Sarışın subayın elini sert avuçlarına alan bedevi, bu elin çizgilerine bakar bakmaz, yerinden ayağa fırladı ve büyük bir heyecanla haykırmaya başladı:
"Sen padişah olacaksın... Padişah olacak ve 15 yıl hüküm süreceksin..."
Gülüştüler ve yollarına devam ettiler...
Yıl: 1911'di...
Aradan yıllar geçti. 12 yıl sonra Atatürk, genç Türkiye Devleti'nin Cumhurbaşkanı oldu. Cumhuriyetin 14. yılının sonlarına yaklaşıldığında hastalığı iyice ilerlemişti. Karaciğerinin şiştiğini görenler: "İçme paşam" dedikleri zaman, O, Bingazi yollarındaki el falına bakan bedeviyi hatırlatarak güldü: "Arap vaktiyle söylemişti... Bizim padişahlık nasıl olsa
15 yıl sürecektir. Hesapça bu son senemizdir."
Yıl: 1938'di...
Daha sonra yanında bulunan Fuat Bulca'ya eğilip fısıldar: "Bingazi'deki falcıyı hatırladın mı. Bana 15 yıl hükümdarlık yapacaksın demişti... İşte 15 yıl Fuat... Vadem doldu..."
Atatürk'ün sağlık durumunun endişe verici boyutlarda olduğunu bilen Fuat Bulca yutkunup, endişeyle O'nun yüzüne bakar: "Siz hani falcılara inanmazdınız Paşam?"der. Atatürk bunun üzerine Fuat Bulca'nın koluna dokunup, aynı odada bulunan Hasan Rıza ve Cevad Abbas'ı göstererek; yavaş bir ses tonuyla şunları söyler: "Bu sırrı sakın onlarla paylaşma... Aramızda kalsın..."
MİHRACENİN HEDİYESİ |
Bilindiği gibi Hint halkı, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nda, Atatürk'ü ve Türk halkını yalnız bırakmamış ve maddi manevi olarak, Türk halkının yanında yer almışlardı. Kurtuluş Savaşı'ndan yıllar sonra, 1929 yılında, Bir Hintli Mihrace, Atatürk'ü Pera Palas'taki 101 no'lu odasında ziyaret etmeye gelmişti...
Mihrace'nin Atatürk'ü hangi amaçla ziyarete geldiği bilinmiyor... Bilinmeyen bir başka nokta da, Mihrace'nin kim olduğudur. Bu güne kadar Mihrace'nin kimliği ile ziyaret sebebi anlaşılamamıştır. Mihrace'nin ziyaretinde anlaşılamayan ve işin içinden çıkılamayan, çok daha ilginç bir başka nokta daha vardır...
Mihrace'nin, Atatürk'e sunduğu hediyenin kendisinde de bir sır gizliydi... Bu hediye, altın sırmalı Hint işi bir ipek seccadeydi. Seccadenin üzerindeki desende, bir şamdanın asılı olduğu bir düz kemeri; her iki yanında birer güvercinin bulunan, beş kubbeli bir diğer kemerin çevrelediği görülüyordu. Bordur motifi, fillerden oluşuyordu.
Desenin en ilginç unsuru ise, her iki kemerin arasındaki, dal kıvrımı ve gül motifleriyle süslü boşlukta yer alan, romen rakamlı bir saat kadranıydı: Bu saat, 09.08'i gösteriyordu...
Esrarengiz Mihrece'nin ziyaretinden 9 yıl sonra, Atatürk, hepimizin bildiği gibi, seccadede işlenmiş olan motifte gösterilmiş olan çok yakın bir saatte: 09.05'de vefat etmişti... Seccade halen Perapalas'da bulunmaktadır...
ÇİZDİĞİ TÜRKİYE HARİTASI |
1907 yılında Mustafa Kemal arkadaşlarıyla birlikte, ülke sorunlarını konuştuğu bir toplantıda kendisinin çizmiş olduğu ilginç bir harita çıkartır. Orada bulunanların anlattıklarına göre haritanın, Osmanlı İmparatorluğu'nun o zamanki sınırları ile hiç bir ilgisi yoktu. O zaman hiç bir anlam verilemeyen bu harita, şimdiki Türkiye Cumhuriyeti'nin Haritası idi.
Haritada bugünkü sınırlarımıza uymayan sadece küçük bir fark vardı: Atatürk'ün bizden ayrılmasını istemediği ve bir türlü razı olmadığı Kerkük'ü de Türkiye topraklarına katmıştı. Daha sonraları Kurtuluş Savaşı kazanılınca, İsviçre'de yapılan Lozan Antlaşması ile Türkiye Kerkük'ten çıkan petrol hakkını satmak zorunda kalmıştır.
Mustafa Kemal geleceği bilme gücüne sahip olmasaydı bu haritayı çizebilmesi mümkün değildi. Haritanın çiziliş tarihi olan 1907 yılında henüz daha II. Abdülhamit Osmanlı İmparatorluğu'nun padişahıydı. Gittikçe güçsüzleşen Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarında gözü olan ülkeler, saldırıya geçmek için uygun zamanı beklemekteydiler.
1911 yılında İtalyanlar Trablusgarp'a saldırırlar. Osmanlı devleti onunla ilgilenirken, bir yandan da İtalyanlar oniki adayı işgal ederler. Arkasından Balkan Savaşı kopar. Osmanlılar'ın eski komşuları Sırbistan, Bulgaristan, Karadağ ve Yunanistan birleşerek saldırıya geçerler. İki cephede savaşmak zorunda kalan Osmanlı Devleti İtalyanlar ile antlaşma yapar. Ve Trablusgarp'ı bırakmak zorunda kalır. Bu sırada Balkan Devletler'i Edirne'yi alır. Daha sonraları birbirlerine düşen Balkan Devletleri'nin bu durumundan faydalanın Osmanlı Devleti Edirne'yi geri alır. 1913 yılında imzalanan "Bükreş Antlaşması" ile Osmanlı Devleti Trakya ya kadar geri çekilir...
Atatürk'ün çizmiş olduğu haritanın bir bölümü böylelikle gerçekleşmiş olur... Daha sonraları çıkan Birinci Dünya Savaşı sonunda birçok topraklar kaybedilmiştir. Arkasından da Anadolu da işgal edilince, düşman esareti altında yaşamamak için başlatılan Kurtuluş Savaşı sırasında ilk önce Türkiye'nin bu günkü Doğu sınırı çizilir. Bunu, Güneydoğu illerimizin bu günkü sınırının çizilişi izler. En sonunda düşmanın İzmir'den denize dökülmesiyle birlikte; Türkiye Cumhuriyeti'nin, 1907'de Mustafa Kemal tarafından çizilen harita ortaya çıkar.
Bütün bu gelişmelerden sonra şunu kesin olarak görüyoruz ki, Mustafa Kemal çıkacak savaşları sonuçlarıyla birlikte bilmekteydi. Yıllar öncesinden çizmiş olduğu harita bunun en büyük kanıtıdır.
CASUSU TANIMASI |
16 Mart 1920'de İstanbul'un işgal edilmesi üzerine, Kemalettin Sami Paşa Anadolu'ya geçerken gemide bir Hintli ile tanışır. Bu adam Mustafa Sagir'dir.
Sami Paşa-------------------------------------------------------- Mustafa Sagir
Milli harekete yardım için Hint Müslümanları'nın kendisini gönderdiklerini söyler. Böylelikle paşayı etkilemiştir. Ankara'ya telgraf çeken Sami Paşa, Mustafa Sagir'e ilgi gösterilmesini ister. Bir süre sonra Sami Paşa Atatürk'te Hintliyi anlatır ve görüşmesini rica eder. Ertesi gün Atatürk, Mustafa Sagir'i kabul eder.
Bu görüşme uzun sürer. Hintli gönderilir. İki paşa yalnız kalınca Atatürk: "Bana bak Kemal bu adam casus!..." der. Kemalettin Sami Paşa: "Aman paşam siz de çok şüphecisiniz "diyerek Atatürk'e inanmaz.
Atatürk konuşmayı keserek yaveri Hayati Bey'i çağırır ve şu emri verir: "Bu Hintli İngiliz casusu olacak. Kendisini takip etsinler. Mektuplarını da sansürde çok dikkatli okusunlar!..."
Bundan sonra Hintli'nin mektupları o zamanlar kimya hocası olan Avni Refik Bey'e verilir. Bir iki tecrübeden sonra gizli yazılar bulunur. Mustafa Sagir yakalanarak suçu itiraf ettirilir ve idam edilir.
NOT DEFTERİ |
Erzurum Kongresi yapıldığı dönemlerde geçen bir konuşma:
"Mazhar not defterin yanında mı?"
"Hayır paşam."
"Zahmet olacak ama bir merdiveni inip çıkacaksın. Al gel."
Mazhar Müfit Kansu'nun aşağıya gidip elinde not defteriyle geldiğini görünce, sigarasından bir iki nefes çektikten sonra: "Ama bu defterin, bu yaprağını kimseye göstermeyeceksin. Sonuna kadar gizli kalacak. Bir ben, bir sen, bir de Süreyya (Kalem Mahsus Müdürü) bileceksiniz, şartım bu..."
Paşa'nın şartı kabul edildi. Bundan sonrasını olayın şahidi Mazhar Müfit Kansu'nun ağzından dinliyoruz: "Öyleyse tarih koy" dedi. Koydum: 78 Temmuz, 1919 Sabaha karşı.
"Pekala yaz" diyerek devam etti. "Zaferden sonra Hükümet biçimi Cumhuriyet olacaktır... Bu bir. İki Padişah ve Haneden hakkında zamanı gelince gereken işlem yapılacaktır. Üç örtünme kalkacaktır. Dört Fes kalkacak, uygar milletler gibi şapka giyilecektir."
Bu anda kalem elimden düşüverdi. Yüzüne baktım. O da benim yüzüme bakıyordu. Bu, gözlerin bir takılışta birbirlerine çok şey anlatan konuşuşuydu. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşurdum. "Neden duraksadın?" dedi. "Darılma ama paşam, sizin hayal peşinde koşan taraflarınız var" dedim.
Güldü...
"Bunu zaman gösterir, sen yaz" dedi. "Beş Latin harflerini kabul etmek." "Paşam yeter, yeter..." dedim. Biraz da hayal ile uğraşmaktan bıkmış bir insanın davranışı ile: "Cumhuriyet ilanını başarmış olalım da üst tarafı yeter" dedim.
Defterimi kapattım. "Paşam sabah oldu. Siz oturmaya devam edeceksiniz, hoşçakalın" dedim. Yanından ayrıldım. Gerçekten gün ağarmıştı. O anda olayların beni nasıl aldattığını ve Mustafa Kemal'i doğruladığını ve Mustafa Kemal'in beni nasıl bir cümle ile yıllar sonra susturduğunu tarih önünde açıklamalıyım...
Aradan yıllar geçmişti...
Çankaya'da akşam yemeklerinde birkaç defa: "Bu Mazhar Müfit yok mu, kendisine Erzurum'da örtünme kalkacak, şapka giyilecek, Latin harfleri kabul edilecek dediğim ve bunları not etmesini söylediğim zaman, defterini koltuğunun altına almış ve bana hayal peşinde koştuğumu söylemişti" demekle kalmadı, bir gün önemli bir ders daha verdi.
Şapka devrimini açıklamış olarak Kastamonu'ndan dönüyordu. Ankara'ya geldiği zaman da otomobille eski meclis binası önünden geçiyordu. Ben de kapı önünde bulunuyordum. Manzarayı görünce gözlerime inanamadım!...
Kendisinin yanında oturan Diyanet İşleri Başkanı'nın başında da bir şapka vardı. Kendisi ne ise? Fakat kendisim karşılamaya gelenler arasında bulunan Diyanet İşleri Başkanına da şapkayı giydirmişti. Ben hayretle bu manzarayı seyrederken otomobili durdurdu. Beni yanına çağırdı ve şöyle dedi: "Azizim Mazhar bey, kaçıncı maddedeyiz? Notlarına bakıyor musun?"
BAŞKENT ANKARA |
Atatürk'ün Ankara'yı Başkent yapmasının ardındaki sebep bir hayli ilginçti. Bu sebebi açıklarken aynı zamanda yeni bir kehanette daha bulunuyordu. "Ben Türk'ün imkansızı imkan haline getiren kudretini bütün dünyaya göstermek için Ankara'yı istedim. Bir gün gelecek şu çorak tarlalar yeşil ağaçların çevirdiği villalar arasından uzanan yeşil sahalar, asfaltlar ve binalarla bezenecek. Hem bunu hepimiz göreceğiz, yakında olacak..."
Ankara 13 Ekim de Başkent oldu... Fakat Cumhuriyet'in ilk yılları da neredeyse boş denecek kadar az bir nüfusa sahipti ve kırsal bir alanda kuruluydu. Bunun için bazı Batılı devletler büyükelçi göndermeyeceklerini açıklamalarına rağmen, Atatürk ve Türk Hükümeti kararlarından hiç bir zaman vazgeçmediler.
Ancak Atatürk bu konuda da haklı çıkacaktı... Atatürk'ün bu sözlerinin de çok kısa bir süre sonra gerçekleştiğini, Batılı devletler büyük bir şaşkınlıkla izlemişlerdir. Bu arada Ankara'nın Başkent olacağı ile ilgili kehanette bulunan bir başka kişi daha vardı...
Bu kehanet; Tarikatı Aliye Sufi şeyhlerinden Müştak Dede'nin 1848 yılında basılan "Divan"ında yer alan bir şiirde ortaya çıkıyordu. Bu şiirde Ankara'nın Başkent olacağına dair bir kehanette bulunulmuştur.
Müştak Dede'nin Sufi anlayışına uygun olarak kehanetini şifreli bir şekilde yazdığı şiirinin l, 3, 5, ve 7 nci mısralarında sırasıyla Arapça Elif, Nün, Kaf, Re ve He harfleri vurgulanmaktadır. Bu harfler A, N, K, R, H yi yani Ankara'yı belirler. İkinci mısrada belirtilen bu yerin Ankara olacağı, yedinci mısrada da bunun hay-u hu ile yani Kurtuluş Savaşı kastedilerek, gürültü-patırtıyla gerçekleşeceği ima edilmektedir. Üstelik Ebcet hesabıyla birinci mısranın açılımı yapıldığında, hicri tarih ortaya; çıkmaktadır. Ayrıca Başkent olacak yerin Ankara olduğu dokuzuncu mısrada geçen Sultan Hacı Bayram'a ilişkin ifadeyle; de açıklanmaktadır. Çünkü Hacı Bayram Veli'nin türbesi Ankara'da yer alır.
HAYATINI KURTARAN SAAT |
Gerçeğine benzer yapılmış emitasyon
Çanakkale Savaşları sırasında düşman ordularının hücumlarına karşı Conkbayırı ve Kocatepe'de yaptığı savunmalarla düşmanı durduran ve sonra onları mağlup etmeye başlayan Mustafa Kemal İstanbul'un düşmesini engellemiş oluyordu...
Savaşın en kızgın olduğu günlerden birinde Mustafa Kemal yanında bulunan Yaveri ve yakın arkadaşı Nuri Conker'e emirlerini verirken, bu sırada patlayan bir mermi parçası onun kalbinin üzerine isabet eder...
Nuri Conker: "Eyvah vuruldunuz Paşam!..." diye bağırınca, Mustafa Kemal hemen: "Öyle bir şey yok, aldığınız emri derhal yerine getiriniz" der. Aslında Nuri Conker'in gördüğü doğruydu. Bir mermi parçası O'nun tam kalbinin üzerine çarpmış fakat büyük bir mucize eseri cebindeki saate rastlamıştı. Birkaç santim sola ya da sağa isabet etse Mustafa Kemal'in kurtulabilmesi mümkün olamayacaktı. Fakat saat parçalanmış, Mustafa Kemal'in hayatı ise kurtulmuştu...
GÖRDÜĞÜ SON RÜYA |
26 Eylül 1938 tarihinde Atatürk, rahatsızlığı ile ilgili olarak ilk defa hafif bir koma atlatmıştı. Prof. Afet İnan, olayı şöyle anlatıyor: O geceyi rahatsız geçirdi. İlk hafif komayı o zaman atlatmıştı. Ertesi sabahki açıklamasında: 'Demek ölüm böyle olacak' diyerek uzun bir rüya gördüğünü anlattı. 'Salih'e söyle, ikimizde kuyuya düştük, fakat o kurtuldu' dedi.'
Salih Bozok
Atatürk'ün, burada "kuyuya düşme" sembolü ile gördüğü rüya vizyonu, kendisinin de söylediği gibi ölümünün habercisiydi. Salih Bozok'un kuyudan kurtulması ise, Atatürk'ün vefat etti gün, buna çok üzülen Salih Bozok'un intihar etmesi ve sonunda kurtarılmasını simgeliyordu...
ATATÜRK VE MU KITASI |
Türkler'in kökenini ortaya çıkarmak Gazi'nin en büyük isteklerinden biriydi. Cumhuriyetin ilk yıllarında Osmanlıların son dönemlerinde Türklük Akımları üzerine yapılan araştırmaları derledi. Atatürk'ün isteğiyle birçok bilim adamı ve araştırmacı bu alanda araştırmalar yaptı. Yabancı bilim adamları davet edildi. 1930'da Türk Tarih Kurumu kuruldu. Çok zengin malzeme ve bilgilere ulaşıldı. Yine de Türklerin nereden geldikleri tam olarak açıklığa kavuşamadı.
MAYA DİLİ İLE TÜRKÇE ARASINDAKİ BENZERLİK
|
1932'de emekli General Tahsin Bey Atatürk'ü ziyaret etti. Maya dili ile Türkçe arasındaki benzerliklerden bahsetti. Mayalar Meksika'da yasamışlar, Türkler ise Orta Asya'dan gelmişlerdi. Aradaki uzaklığa rağmen, Gazi konuyla ilgilendi. Tahsin Bey'i Meksika'ya elçi olarak atadı. Ona iki dil arasındaki benzerlikleri ortaya çıkarma görevini verdi.
Tahsin Bey Meksika'ya gidince. Orada kendisine Amerikalı Arkeolog William Niven 'in bulduğu tabletlerden bahsettiler. Maya dilinin kökeninin bu tabletlerde olduğu anlaşılmıştı. Türkçe ile Maya dili benzerlik bu tabletlerde aranacaktı. Bu tabletler Tahsin Bey'i şaşkına çevirdi. Bunlar doğruysa, bilinen tarih ve bilim yanılıyor olmalıydı. Çünkü tabletler MÖ 200.000 ile 70.000 yılları arasında Pasifik’te yer almış bir kıtayı haber veriyordu.
William Niven
Bu kıtanın adı Mu'ydu ve Avusruralyadan bir kaç kat büyüktü. Yüksek bir uygarlık düzeyine ulaştıkdan sonra bir deprem ve tufan sonucu battığı sanılmaktyaydı acaba türklerin kökeni de bu kıtadan göç edenlere mi dayanıyordu..
HİNDİSTAN'DAKİ TABLETLER |
Meksika'ya giden Tahsin Bey, Mayalar'la ilgili çalışmaları sürdürürken Orta Amerika kazılarını yöneten Amerikalı arkeolog VVilliam Niven'le tanışarak, onun bulduğu tabletleri inceledi. Niven'e göre bu tabletler, Mayaların kökenini anlatıyorlardı. Tahsin Bey, tablet metinlerini okurken kendisini çok şaşırtan bir şeyle karşılaştı, yazıldığına göre yüzbinlerce yıl öncesinde Büyük Okyanus'da dev bir kıta vardı. Mu adı verilen bu kıta, doğal afetler sonucunda yok olmuş, oradan kurtulanlar diğer kıtalara göç etmişlerdi ve bunların içinde Türkler'de olabilirdi. Tahsin Bey araştırmalarını sürdürürken, İngiliz Albay James Churchvvard'in Hindistan'da bulduğu başka tabletlerin varlığını öğrendi. Churchvvard, elli yıl uğraşmış tabletleri çözümlemiş ve yazdığı beş kitapta çalışmalarını toplamıştı.
60 KİŞİLİK TERCÜME HEYETİ |
Tahsin Bey, öğrendiklerini ve ortaya çıkardıklarını Atatürk’e raporlar halinde sunudu Atatürk konuya büyük ilgi duymaya devam ediyordu. Gazi; Churcward'in Mu ile ilgili kitaplarını getirtti. Atatürk derhal emir verdi 60 kişilik bir tercüme heyeti (çeviri kurulu ) Churcward'in 4 kitabını Türkçeye çevirdi. Ama kitaplar basılmayıp Atatürk’ün önüne daktilo edilmiş metinler halinde kondu. bu arada Tahsin Bey'e de soyadı olarak Mayatepek adını vermeyi de unutmadı.
ATATÜRK NELERE DİKKAT ETMİŞ |
FENOMEN ekibi, Anıtkabir Kitaplığında Genelkurmay'ın özel izniyle Mu çevirilerini sayfa sayfa inceledi. Atatürk, ilk iki cildin çevirisini büyük bir dikkatle okumuş, satır altlarını çizmiş, sayfa kenarlarına notlar almış. Son iki cildin çevirisini içeren dosyalarda ise bu çalışma gittikçe azalıyor, son cilde ait dosyalarda ise hiç not yok. Anlaşıldığına göre, ilk bölümlerde yazarın Mu Uygarlığı çalışmalarına yoğunlaşan Atatürk, son bölümlerde din ve inançla ilgili çalışmaların pek üzerinde durmamış. Altını çizdiği ve notlar aldığı bölümlere kısaca bir göz atalım.
1-'Tetkiklerime devam ederken kaybolmuş olan bu kıtanın Hawaii'nin kuzeyinde bir noktadan Fiji ve Easter Adalarının güneyine kadar uzandığını ve insanların orjinal vatanı olduğunu keşfettim. Öğrendim ki, bu güzel memlekette bütün dünyayı sömürgeleştiren bir millet yaşamış ve bu toprak bundan 12.000 yıl önce dehşetli zelzelelerle çökmüş ve ateşle su arasında batıp gitmiş." Atatürk bu satırların yanına "Nasıl anladın?" diye yazmış, anlaşılan yazarın açıklamasını yeterli bulmamış.
2-"Valm'ıki Ramayana, cilt I sayfa 342; Maya üstadları Nacaal'lar din ve ilim misyonerleri olarak doğmuş oldukları şarktaki diyardan hareketle Burma'ya gittiler ve orada Nagalar'ı eğittiler. Burma'dan Hindistan'a Deccan'a gittiler ve oradan din ve ilimleri Babil'e ve Mısır'a taşıdılar."
3-" İki seneden fazla rahip dostumun beşeriyete orjinal bir dil olduğuna inandığı ölü bir dili tetkik yoluyla bütün varımla çalıştım. O. bu dilin Hindistan'da kendinden başka iki büyük rahip tarafından bilindiğini söyledi. "Fakat yangın ve duman onları dışarıya çıkmaya zorladı. Parlak ve mücevherli elbise giymiş kadın ve erkekler 'Ya Mu, kurtar bizi.. diye feryat ettiler. " Atatürk, buraya da "Demek ki Mu bir kıta değil, bir Allah'tır" notunu düşmüş.
ATATÜRKÜN NOTLARI VE İŞARETLEDİĞİ YERLER |
Atatürk'ün notları arasında birçok sözcük araştırmaları dikkat çekiyor, Mu dilinin Türkçe ile olan bağlantılarını araştırmış ve sonunda da Mu simgelerini Latin alfabesiyle karşılaştırmış. Atatürk metinleri büyük bir dikkatle okudu. İnsanin yaradılışını anlatan bölümle özellikle ilgilenmişti. Mu’un insanlığın ana vatanı olduğunu nüfusun 64 milyona çıktığını anlatan bölümlerin altını çizmişti. Atatürk Mu'da geçen Tanrı kavramıyla da yakından ilgilenmiş, yaratıcının insan aklıyla anlaşılamayacağı, şekillendirilemeyeceği ve adlandırılamayacağı üzerinde durmuştu. Çevirilerde Maya dilinin. Yeryüzünün anadilinden gelmiş olduğunu, bütün dillerin orda doğduklarını ve anadilin Mu dili olduğunu belirten bölümlerin altı Atatürk tarafından çizilmiştir
TÜRKÇE İLE MU DİLİNİ KARŞILAŞTIRIYOR |
Bir çok Mu kökenli özel ad ve sıfatları Atatürk öztürkçe ile karşılaştırmış, notlar almıştır. Sözgelimi “tarlaların tanrısı” anlamına gelen “bal” sözcüğünün yanına “balağmak” anlamı : toprağı kazmak,çukur açmak notunu almış "Ruhların diyarı kui" cümlesinin yanına kökü "Aile" diye yazmış Bu tür sözcük notları oldukça çoktur bir yerde ise Mu'nun demokrasi ile yönetildiğini ve güneş enerjisinin aydınlatmada kullanıldığını anlatan satırların altını çizmekle kalmamıştı kendi notlarını da iliştirmişti. Ve bunlar gibi daha bir çok satır Atatürk tarafından çizilmiş, işaretlenmiş sayfa yanlarına notlar almıştır. İncelendiğinde görülüyor ki ,Atatürk’ü önce Türklerin kökeni ve Mu dilinin Türkçe ile bağlantısı ilgilendirmiş.Sonra inançların ve Mu’nun yönetim biçimi üstünde durmuş. Üçüncü kitapta ise çok geniş anlatılan Mu simgelerini, Atatürk Latin alfabesi ile karşılaştırmış.
BİR BAŞKA ARAŞTIRMACI DAHA |
Atatürk James Churcward ‘ın iki kitabı ile özellikle ilgilenmiştir : Kayıp Mu Kıtası ve Mu'nun Çocukları bu iki kitap Anıtkabir kitaplığında 1301, 1302 no ile kayıtlıdır. Çeviri metinleri ise kitaplıkta 4 dosya halinde bulunur. Atatürk’ün Mu ile ilgili çıkardığı sonuçları ne yazık ki tam olarak bilemiyoruz bunun nedeni 1935 ten beri sinsice ilerleyen hastalığının ona pek zaman tanımamış olmasıdır
James Churcward
Daha önce belirtildiği gibi, Atatürk'ün daha sonra bu konuyla ilgili çalışmalarını sürdüremediği görülüyor. Bu arada Tahsin Mayatepek'in çalışmalarını sürdürdüğünü görüyoruz, Emekli general Tahsin Mayatepek Meksika'daki araştırmalarında çok daha fazlasını bulmuştu. Maya, Aytek ve Inka uygarlıklarının Türkler'in kullandığı eşyalara benzer eşyalar kullandığını Atatürk'e iletmişti. Davullar, kalkanlar üzerlerindeki ay ve yıldız sembollerine kadar bizimkilere benziyordu. Tahsin Mayatepek, çalışmalarınbelge ve fotoğraflarla 3 ciltlik defter olarak toplayarak Atatürk'e gönderdi.
ı
Tahsin beyin Meksikadan gönderdiği belgelerde yer alan semboller
Bunların ikisi 70'lere kadar TDK kütüphanesinde (No:57-56) ile durmaktaydı Üçüncü defter kayıptır. Bu defterlerde dini tören, ibadet ve tapınakların bile şaşılacak kadar benzerliği gösteriliyordu. Tabii onlar da kitap halinde basılmamış. Basılmalı mı? Zamanı gelince demek gerek, eğer önümüzdeki dönemlerde İnsanlığın geçmişiyle ilgili önemli bilgiler ortaya çıkarsa veya Mu ile ilgili çarpıcı buluntular ortaya çıkarsa muhakkak Atatürk'ün ve Tahsin Mayatepek'in ve tabii Haluk Cemil Tanju'nun çalışmaları öncelikle gündeme gelecektir.Bu arada, geçen yıllarda kaybettiğimiz Haluk Cemil Tanju'nun konuyla ilgisini de vurgulamak gerek; Tanju, 1933 yılında istanbul'da il.Tarih Kongresi'ne katılır ve kongrede Profesör Peter adlı konuşmacıyı dinler. Konuşmacı, Mu kıtasından, İngiliz Albay'ın Tibet'te Altın Şehir'de bulduğu tabletlerden söz eder ve Altın Şehir'i Türklerin iyi bildiklerini belirtir. Tanju, Ankara'ya dönüp Atatürk'le görüştüğünde, duyduklarını anlatır ve Atatürk yaveri Şükrü Kaya'ya talimat vererek araştırma imkanları verilmesini emreder. Ama Tanju bu çalışmayı o yıllarda yapamayacak ancak 60'lı yıllarda gerçekleştirebilecektir. Ve Tanju, Türklerin kökeni hakkında 1969 yılında İstanbul Matbaacılık tarafından basılan "Tunçderiiiler" adlı kitabı yazacaktır.
Atatürk'ün 6 ay gibi bir sürere Türkçeyi Latin harflerine kavuşturacak kadar bilgili ve yetenekli olduğu düşünülürse, onun kesinlikle sıradan bir dil bilimci ve tarihçi olduğu düşünülemez. Öyleyse bu araştırmaları da sıradan bir merak olamazdı. Yine O, neyi nerede arayacağını herkesten iyi biliyordu. Bugün Atatürk'ün gizli kalmış düşünceleriyle birlikte bu araştırmalar da Anıtkabir’in sessizliğinde uyumaya devam ediyorlar. Eğer gerçekten var olduysa, Mu Kıtası’nın kalıntılarının Pasifik'in derinliklerinde durduğu gibi
MU UYGARLIĞI VARMIYDI ? |
Bilinen ve bilim tarafından henüz kesin olarak kabul görmemiş kaynaklara göre, Mu kıtası Pasifik Okyanusu'nda 12.500 yıl önce vardı, orada yaşayanlar 83.000 yıllık bir geçmişe sahiptiler. Orada yaşayanlara Mu uygarlığı adı veriliyordu, efsaneler Mu insanlarının Ay'dan kopup geldiklerini anlatmakta. Mu Uygarlığından söz eden çok eski taş tabletlerin bazıları bugün ABD California'da Rosecrucian Müzesi'nde bulunuyor. Paskalya Adası heykelleri de Mu insanlarının bıraktığı kalıntılar olarak yorumlanmaktalar. Yazıtlara göre Mu insanları, son dönemlerinde Mu adlı bir kraliçenin yönetimindeydiler, savaşı bilmiyorlardı, monarşi simgeseldi, yönetim demokrasiydi. Havada uçabiliyorlar, güneş enerjisini kullanıyorlardı, altın ve platin günlük yaşamda kullanılan sıradan madenlerdiler. Onların yerine volkanik camlaşmış elementler ve renkli doğal tüyler değerliydiler. Yaşam ve eğitim bir bütündü, kısacası Mu Uygarlığı eğer tabletler doğruysa, Campanella'nın, More'un veya Svvift'in ütopyalarının ötesindeydi.
Tabletler Mu'nun doğal afetlerle yokolduğunu anlatıyorlar, önce şiddetli yağmurlar ve volkanik patlamalarla başlayan doğal afetler sonra ise depremler ve zehirli gazlarla sürmüş. Kıta Avustarya yönünden okyanusa çökerken, halk doğuya doğru kaçmaya başlamış. Orta Asya, Mezopotamya, Amazon ve Büyük Sahra'daki dev iç denizler bu dönemde kaybolurken, kıtalar günümüzdeki hallerine benzemeye başlamışlar. Kıta çökerken, Amerika kıtasının yükseldiği sanılıyor, sonuncu 3000 yıl içinde tüm kıta sulara gömülürken doğuda sıkışan bazı kitleler Alaska, Peru ve Şili'ye ulaşabilmişler. Batıdakiler ise Asya'ya ulaşarak Kafkasya ve Anadolu üzerinden Mezopotamya ve Mısır'a kadar inmişler. Kısacası Batık Kıta Mu Efsanesi, batıdaki benzeri Atlantis'ten çok farklı bir kültürel içerik taşır. Atlantisliler doğaüstü güçlere ulaşmış ama bu güçleri kötü yolda kullandıkları için kendi kendilerini yok etmiş bir efsanenin temelini oluştururlar. Mu ise, aksine çok daha barışçı bir ulusun öyküsüdür ama orada da doğa acımasızdır.
Bütün bunlar onbinlerce yıllık geçmişin ötesinde, bizim tüm uygarlığımız ise topu topu 7000 yıllık, acaba bizimle ilgili efsaneleri kimler yazacak?
Not: Eğer Mu ve Atlantis'de ileri bir uygarlık varsa, neden yazılarını taş tabletlere yazdılar diye merak edebiliriz. Acaba kalıcı olacak tek maddeyi taş olarak düşünmüş olabilirler mi? Bizim video bantlarımızın, CD'lerimizin, laser disklerimizin ve kitaplarımızın kalıcı olabileceklerini şu an için düşünemiyoruz.
luştuğunu kanıtlayabilirsek bazı sorunları aşabiliriz.
Bütün bunlardan ne çıkıyor? Atatürk elbette ki, şu veya bu konuyu incelemiş olabilir, aldığı notlar veya düşünceleri o yıllarda onun kafasındaki Türklük sorunuyla doğrudan ilişkilidir. Zaten dil konusuna öylesine konsantre olduğu anlaşılıyor ki, 1938'de hastalığının ağırlaştığı dönemde komadayken dil sorununu sayıkladığı anlatılmakta. Belki de Tanju'nun "Tunçderililer"inde yazdığı gibi Orta Asyalılar, Kızılderililer, Eskimolar, Polinezyalılar, Basklar, Macarlar, Azeriler, Laponlar, Finler, Estonyalılar ve daha bazı ırklar Mu kökenli olabilirler. Bu ne getirir? Aryanist seçkinciliğin türevlerine veya karşıtlarına ulaşma tehlikesiyle karşılaşmaz mıyız? Globalleşen bugünkü dünyada daha fazla istemediğimiz etnik ayrılıkların belirgin göstergesi olmaz mı? Bunlara hayır diyebiliriz, çünkü etnik kültürün uygar kollektif bilinçle algılanmasında alınacak derslerin olduğuna inanabiliriz, inanmalıyız. Kollektif kültür ve inancın tek bir kaynaktan çıktığını, ayrılıkların binlerce yıllık bellek kaybı nedeniyle oluştuğunu kanıtlayabilirsek bazı sorunları aşabiliriz
ATATÜRKÜN GİZLİ BULUŞMASI |
Osmanlı padişahı Sultan Abdülhamid Han 1905 senesinde Askeri akademiyi bitiren yüzbaşılara diplomalarını vermek üzere İstanbul Harp Akademisinde ki mezuniyet törenine katıldı. Akademi bahçesine tahtın kurulmasının ardından ismi okunan öğrenciler bizzat padişah-ı şahanelerinin ellerinden diplomalarını almaya başladılar. Sultanın elinden diploma alanlardan bir tanesi de genç yüzbaşı Mustafa Kemal’di. Koca sultan bu genç yüzbaşıya diplomasını takdim ederken bir anda gözlerinin içerisine baktı ve dudaklarından şu sözler döküldü. “Demek geldin.” Atatürk bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu. Pek çok kişiye danıştıysa da bu sözün anlamını uzun yıllar öğrenemeyecekti. Ta ki Saltanatı kaldırıp Cumhuriyeti ilan edene kadar. Cumhuriyetimizin kurucu Mustafa Kemal Atatürk’e dair bildiğimiz pek çok bilgiyi yakınında bulunan kişilerden ve silah arkadaşlarının hatıratlarından biliyoruz. Şüphesiz ki bu kişilerin en önde gelenleri Salih Bozok ve Kılıç Ali’dir. Ne yazık ki bu kişilerin yazdıkları hatıratlar bizzat Atatürk’ün kurduğu Türk tarih kurumu tarafından sansürlenmiş ve bazı bölümleri içeriklerden çıkartılmıştır. Üstelik bu sansürlenen bilgiler o kadar fazladır ki bir araya toplansa müstakil bir kitap dahi çıkar ve Atatürk hakkında henüz hiç duyulmamış son derece değişik bilgileri barındırmaktadırlar. Salih Bozok’un kapsamlı Kılıç Ali’ninse olaya daha az müdahil olduğu için kısmen daha kapsamsız bir hatıratı var ki son derece ilginç.
1936 senesi kış aylarında Çankaya köşkünde Gazi bir gün Salih Bozok’u yanına çağırır ve kendisine her hangibi birinin iletilmesini istediği bir mesaj veya evrak olursa direkt getirilmesini emreder. Salih Bozok bu emire pek bir anlam veremese de kapıda ki nöbetçilere kadar herkesin tembihler. Gazi paşa sık sık Bozok’a bırakılan bir şey olup olmadığını sormakta ve her defasında olumsuz cevap alınca da yüzü asılmaktadır. İlk bahar da Atatürk ve mahiyeti İstanbul’a gelerek Dolmabahçe sarayına yerleşmiştir. Buradan sonrasını Salih Bozok şöyle yazmıştır. Paşa’nın sıkı talimatı üzerine sarayda daimi ve harici çalışan herkesi sıkı sıkıya paşaya iletilecek bir mesaj olursa hemen bana ulaştırmaları konusunda sıkı sıkıya tembihlemiştim. Pek çok çalışan halktan mektupları ve talepleri tomar tomar bana ulaştırıyordu bu mektupların içeriğindeyse genel olarak maddi durumu kötü olan vatandaşların iş aş istekleri oluyordu.
Bir gece sabaha karşı kapıda nöbet tutan askerlerden bir tanesi odamın kapısını çaldı. Bir dilencinin paşaya verilmek üzere bir zarf bıraktığını söyledi. Zarfı alıp baktım üzerinde kurt başı şeklinde bir mühür vardı. Vakit çok geç olduğundan Atatürk’ü rahatsız etmek istemedim.Ertesi gün genç öğretmenler Atayı ziyarete gelmişti. Paşa’nın kulağına ona bir dilencinin zarf bıraktığını söyledim. Sessiz olmamı işaret ederek koridora gitmemi istedi. Kendisine öğretmenlerden kibarca izin isteyerek derhal yanıma geldi. Birlikte Atatürk’ün çalışma odasına yürümeye başladık. Yolda bana zarfı kimin ne zaman getirdiğini sordu bende anlattım. Paşa hiddetlenerek niçin gelir gelmez bana ulaştırmadınız diye çıkıştı. Çalışma odasına vardığımız da zarfı açmamı emir buyurdu yavaşça mührü sökerek zarfı açtım içerisinde bir takım semboller olan bir kağıt vardı.
Paşa ne yazıyor diye sordu. Okuyamadığımı söyledim. Kağıdı benden alıp çalışma masasına oturdu bir başka kağıda bazı matematik işlemleri yapmaya başladı ardından odadan çıkmamı emretti. Birkaç saat odasından çıkmadı sonra beni tekrar huzuruna çağırttı. Başka bir kağıt uzattı. Kağıtta kaba taslak çizilmiş ancak ince detayları yazı ile belirtilmiş bir pelerin vardı. Bu pelerini acilen yaptırmamı ve bizzat alakadar olmamı söyledi. Bu tamamen siyah parlak ipek manşetli bir pelerindi. Önümüz yaz paşam kışa çok zaman var. Diyebildim. Paşaysa mevsimleri boş ver Salih sen dediğimi yap diye gürledi. Bir süre sonra pelerin hazırlandı ve kendisine teslim ettim.
1.5 Ay kadar sonra Gazi paşanın isteğiyle Florya köşküne gittik. Florya Deniz Köşkü, İstanbul Belediyesi tarafından yaptırılmış ve Osmanlı döneminde Atatürk’e armağan edilmiştir. Türkiye’nin ilk Cumhurbaşkanı olan Atatürk, bölgeye son derece fazla ilgi duymakta ve sıklıkla ziyaret etmekteydi. Atatürk burada gündüzleri halkla beraber yüzer sandala biner geceleri de meşhur sofralarını kurup misafirlerine ziyafetler verirdi. 1936 senesinin kavurucu Ağustos ayında paşa çok neşelidir. Başyaver Celal Üner yıllar sonra o günü şöyle anlatacaktır. Paşa sabah erken uyandı. köşkte çalışanlara ve bana sık sık takılıp şakalar yapıyor, kahkahalar atıyordu. Paşa yerli yersiz bir heyecan yaşıyordu. Bu gün için bir kaç ay evvelinden özel olarak hiç bir program veya toplantı yapılmamış gün tamamen boş bırakılmıştı. Herkes bugün ne olacağını merak ediyor, çalışanlar arasında aylardır türlü dedikodular dönüyordu. Bazıları çok önemli bir devlet adamının paşayı ziyaret edeceğini anlatırken. Bazıları da yeni bir milli bayram ilan edileceğinden bahsediyordu. Koskoca Reis-i cumhur gitmiş yerine adeta haşere bir çocuk gelmişti köşke. Akşam olduğunda gazi paşa yemekte rakı istemedi ve adeti olmadığı halde erkenden odasında istirahate çekildi. Koca gün boyunca hiç bir şey olmamıştı ve kimse bu duruma bir anlam veremiyordu.
Olayın devamını Salih Bozok şu şekilde nakleder; Gece 03:00 sularında uyuduğum esnada paşanın omuzumu tutarak uyan Salih diye diye fısıldadığını işittim. Çok şaşırmıştım. Daha evvel gazi paşa benim odama hiç bu şekilde gelmemişti. Benden kimseye haber vermememi sadece güvendiğim birkaç kişiyi alarak arabasını hazırlamamı ufak bir gezintiye çıkacağımızı söyledi. Bende Ali ve Celal’i uyandırdım. 3 Tane nöbetçi alarak paşayı kapıda beklemeye başladık. Atatürk’ün aracını celal sürüyordu yanında ben oturuyordum diğer araçta ise Ali ve 3 tane nöbetçi vardı. Az sonra paşa köşkün kapısında elinde askıya asılmış Siyah pelerinle belirdi.Pelerin buruşmasın diye özel olarak iltimas gösteriyordu. Arabaya bindikten sonra Dolmabahçe’ye doğru gitmemizi istedi. Paşa yol boyu tek kelime etmedi gergin ve düşünceliydi neler olduğuna bir anlam veremiyorduk. Dolmabahçe’ye yaklaştığımız da Rumeli hisarına doğru devam edin diye direktif verdi.
Bir müddet daha gittikten sonra hisara birkaç kilometre uzaklıkta ki ormanlık alanda durmamızı emretti. Tam kapısını açmak için araçtan iniyordum ki eliyle omuzumu tuttu. Bir süre sessiz kaldıktan sonra alçak bir sesle “Padişah Abdülhamid’de vakti zamanında buraya gelmişti.” Dedi ve yine bir süre sustu. Sonrada “Cihanı kim yönetiyor Salih?” diye sordu. Bunun siyasal bir soru olduğunu düşündüm pek anlayamadım. Arkamı dönerek “İngilizler mi paşam?” diye karşılık verdim. Hafifçe gülümseyerek “hayır Salih dünyayı devletler yönetmez. Eski çağlardan beri cemiyetler yönetir.” Dedi. Daha sonra kapısını kendisi açarak elinde peleriniyle araçtan indi, benim oturduğum ön koltuğun kapısını açmayayım diye tutarmışçasına sıkıca tutuyordu. Kesin bir dille kimsenin kendisini takip etmemesini emretti Ve Arkasını dönerek koluna astığı peleriniyle hisara doğru ormana girdi. Arka araçtan yetişen Ali’ye durumu anlattım içine sinmeyerek Nöbetçileri paşanın arkasından gizlice takip etmeleri için gönderdi. 20 Dakika kadar sonra nöbetçiler döndüğünde yüzleri bembeyazdı.
Başta Paşayı uzaktan takip etmeye başladıklarını bir süre sonra paşanın gözden kaybolduğunu ve aniden arkalarında belirerek kesin bir emirle geri dönmelerini sert ve sinirli bir şekilde söyleyip nöbetçileri göndermişti. Paşa belli ki Ali’nin tepkisini önceden hesap etmiş ve olasılıkları değerlendirmiş ardından da cephede ki uzmanlığı sayesinde takip edildiğini fark ederek, Askeri bir taktikle nöbetçilerin arkasından dolanmış ve onları gafil avlamıştı. Biz merak içerisinde beklerken 2 saat kadar sonra paşa yine gittiği yoldan geri döndü kapısını açtım. Araca bindikten sonra “Florya’ya dönelim Salih.” Dedi. Rahatlamış görünüyordu. Köşke geri dönünce paşa kahvaltı yaparak tekrar odasına çekildi. Bu sıra dışı hatıratın ardından geriye pek çok soru işareti kalıyor. Bazı yorumcular Atatürk’ün burada gizli bir Türk teşkilatı ile toplantı yaptığını söylüyor, bazılarıysa Atatürk’ün ezoterik bir cemiyete üye olduğunu ve bu tarz başkaca toplantılara da katıldığını öne sürüyor.
* Atatürk’e iletilen bu zarf belli ki matematiksel kombinasyonlara dayanan şifreler barındıran bir not içeriyordu. Atatürk bu şifreleri çözmeyi nereden biliyordu?
* Yaz ortasında bu koca Siyah pelerin ne için gerekliydi? Acaba bu yapılacak olan toplantı için özel bir üniformamıydı?
* Malumunuz olacağı üzere günümüzde siyasiler sıradan halkın arasına girerken yahut ibadet etmek için camiye giderken dahi yüzlerce koruma kendilerine eşlik ediyor. Atatürk gizli bir teşkilatla toplantı yaptıysa yanlarına giderken korumalarını neden geride bırakmıştı? Bu insanlara nasıl oluyordu da bu kadar çok güvenebiliyordu?
* Rumeli hisarının o dönem ki durumunu biraz araştırdım. Hisar o zamanlar oldukça ormanlık bir alanda doğru düzgün yolu dahi olmayan atıl durumda tenha bir bölgeymiş. Abdülhamid han gibi bir Osmanlı padişahının ve Mustafa Kemal Atatürk gibi cumhuriyetin kurucusu olan Türk tarihinde ki iki önemli ismin burada işi neydi?
*Gizli bir görüşme gerçekleştirildiyse bu görüşme için neden orası seçilmişti? Ve bu görüşme Rumeli hisarında mı gerçekleşmişti? Yoksa Atatürk hedef saptırmak için hisara dikkat çekmişti de yine o bölgede olan bir başka gizli yapıyamı gitmişti?
Atam seni rahmet ve sevgiyle anıyorum, ışığın hayla yolumuzu aydınlatmaya devam ediyor
Rahat ve huzur içinde yat